Konsomasyon Taburesi

28 Mart 2009 Cumartesi

Konsomasyon Taburesi 164

02:09! Uyku bu kez belki, dışarıdan gece sesleri eşliğinde gecenin serinliği süzülürken, “abla” bir kez daha denemek üzere yatağına gider.

00:25! Uyku çok uzak bir ülke! Direnmenin faydasızlığını gören “abla” kıvranarak kördüğüm olduğu pikeden sıyrılır, salona geçer, bilgisayarını açar, yazmaya başlar.

23:17! Bir duş alsam, belki uykuya kavuşurum düşüncesiyle banyoya seğirten “abla” güzelce kurulanır, kız kardeşlerinin nohut üstünde prenses*… diyerek kendisiyle dalga geçtikleri meşhur eylemi, kuruyup da uykusunu bölmesin diye ayaklarını iyice kremleyip ardından, uykuya kavuşmayı dener.

22:05! İzlediği siyah beyaz dedektif filminin katilin açıklandığı sahnesini sızmış olduğundan kıl payı kaçıran “abla”, paralı kanalın kendi reklamını kapatır, dişlerini fırçalar, yatmaya gider, birkaç pozisyon dener, filmi izlerken yediği yaklaşık bir kilo karadutla ilgisi olabilir şişkinlik yüzünden uykusunu kırılan yerinden ekleyemez. Bir ara tam dalacak gibiyken, sivrisinek mücadele aracı, tepesinde yanar döner lambalarıyla, fosurdayarak geçer.

20:05! Komşusu, kızı mercimek yesin diye yapıp bir porsiyon da “abla”ya getirdiği mercimek köftesi, oracıkta, gözü önünde sevinçle tüketilirken, Eskişehir’e düğüne gideceğini bildirip kızına göz kulak olması yönünde bir talepte bulunacak olur. Hızı, "ben, kızım evli olmasa hayatta bırakıp buralara gelemezdim, İstanbul’da kız evlât başıboş mu bırakılır, oturup başını beklerdim!" diyen “abla” tarafından kesilir.

18:45! Temmuz'un ilk günlerinde içeriyi bürüyen otlar biçilip, oturanı üzerinden atan rahatsız sandalyeleri yerleştirilip hizmete giren açık hava sinemasının aracından yayılan "Boleyn Kızı, dı adır boleyn, erik bana, natali pormın, sıkarlet conson! bu akşam ikinci ve son gösterim olarak saat yirmiikideeee Işık Sineması’nda, Boleyn Kızı…" anonsu, akşam saatlerinin değişmez menüsü mangalda et kokusuna karışır.

16:15! Tepsiye koyduğu sabahtan kalma simit, yağsız sürme peynir ve yarım kavundan ibaret geç öğlen yemeği kucağında “abla”, paralı kanalda beklediği Agahta Christie uyarlamasını daha önce izlemiş olduğundan tanır, canı sıkılır.

15:25! Pazardan kan ter içinde gelip, iki koskoca torba otu buzdolabına tıkıştıran “abla” mayosunu giyer, denize gider. En tenha olduğundan favorisi iskelede, hırpanî bir adam ayaklarını denize sokmuş oturmakta… “Abla”nın "balık avlıyorsanız…" diyerek yaklaştığını görüp ayağa fırlar, yanı başındaki eski terlikleri telâşla giyer, kıyıya park ettiği damacana dolu römorku göstererek "ben" der, "su dağıtıyorum," dönüp sudaki kafayı işaret ederek, özür diler gibi "oğlan denize girmek istedi…" Mayoyla tedirgin, tanımadığı bir adamla ahbaplığın sınırlarını belirlemeye çalışan “abla” adamla çocuğun iskeledeki eğretiliğinin yarattığı acı veren hüzün duygusuyla, "çok iyi etmişsiniz" der, "çocuk denize girmeden olur mu?"

Havlusunu katlayıp iskele yanına koyarken adamla göz göze gelmemeye, merhametten maraza yol açmamaya çalışarak usulca denize girer. Aklında; Mısır’a giderken aldıkları bir rehber kitaptaki, -kadınlar için- Arap erkekleriyle göz göze gelmemeye çalışmalısınız! uyarısı ve deve sürücüsü 9 yaşındaki Mahmud’un, deve üzerinde zorbela durmaya çabalayan “abla”ya, "kocan var mı madam Fatma? neden yok?" sorgusu…

14:25! Burhaniye Garajı’nda servisi bekleyen aynı yön yolcusu hanımlarla söyleşirken “abla”nın karşısında kış servis şoförü Halil Ağabey! "Hükümet Konağı’nın çay ocağını işletiyorum Fatoş Hanım, gel buyur, bi çayımı iç…" Şehirlilerin yanları sıra getirdikleri “hız” arasında, ayaküstü üç beş lâf edip ayrılırlarken “abla” seslenir, "sizi gördüğüme çok sevindim Halil Ağabey!"

13:55! Kömürcü Cemal Sokak’taki kargo, internet cafe ve kuaför “abla”nın düzenli ziyaret ettiği noktalardan… Yazmaktan hoşlanan hanım, saçını kesme işini bitirdiğinde, "niye blog açmıyorsun, dur sana onpunto’nun ve bloglarımın adresini yollayayım, kendi kendine yazacağına orada yaz" diyen “abla”ya mail adresini verip uğurlar.

12:35! Sitenin, yazlıkçı nüfusuna ulaştığı varsayıldığından servis saatleri saate bir’e çıkmış! “Abla”nın yanında, Konsomasyon Taburesi’nde bir avukat hanım; “abla”nın tasarımcı grafiker olduğunu duyunca, çalıştığı özel üniversitedeki iş yaşamında olanaklar sağlayan seminerleri tanıtıp, katılıma davet eder. "Türk insanının özel yaşamı yok, kendine ait bir odası, kendisini geliştirecek bir hobisi yok, böyle olunca ne oluyor, birileri onun yerine kararlar alınca kendi seçimlerini yapamıyor, alternatifsizlikten körelip gidiyor…" Babasının subay olduğunu anlatan, sözünü ettiği özel yaşam yoksunluğundan ağır yaralar almışa benzeyen hanımın hiç aralıksız sürdürdüğü konuşması, ancak Burhaniye’de “abla”nın ineceği durakta kesilir.

10:15! Tepeden kıyıya inen “abla”nın, adının Âşıklar Yolu olduğunu öğrendiğinde, "bunca yıldır buradan geçerim tek sevgilim olmadı" diyerek dalga geçtiği toprak yola atılmış boş pet su, bira şişeleri, çerez, sigara paketlerinden oluşmuş çöpe verdiği, eski, öfke tepkisini aşalı epey zaman olmuş. Yıllarla da olsa, bilincinin geçirdiği aşamaları ilgiyle izlerken gördüğü bir sonraki tepki, ilgisizlik. En yeni tepki ise, sırt çantasında taşıdığı torbaya topladığı çöpü en yakın konteynere dek taşımak/sorumluluk. Yine de; iki sene önce aynı yolda rastladığı, elbette ki, yolun kıyısına, ayağıyla dahi iteklemeyi midesi kaldırmadığından, bir yaz boyu oradan her geçişinde sinirlerini tepesine çıkaran, ucundaki çıkıntısı sıvı dolu, kullanılmış prezervatif türünden bir vakayla karşılaştığında ne yapacağını kestirmek zor!

06:15! Havalar ısındıkça, tepeye çıkmakta zorlandığından evden çıkma saatini öne alan “abla” uyanır; hareketli, çok renkli rüyalarla delik deşik uykusunun, onu gerisin geri çektiği yataktan sürünerek çıkar.


*Bir kızın gerçek bir prenses olup olmadığının, yedi kat şilte altına konan bir adet nohutla sınandığı Nohut Üstünde Prenses masalına atıfla…

Etiketler: ,

Konsomasyon Taburesi 163

Bu yazı; Konsomasyon Taburesi 162’nin son paragrafında geçen, yer yerinden oynarken Dünya-Avrupa Kupası farkının farkında olmayan “abla”nın isteği üzerine yazılmış bir farkındalık yazısıdır!

Kızının, İstanbul’a varışı ve evine dönüşündeki karşılayışında, kendisine, belki de yeni yetmeliğinden bu yana ilk (iki) kez sıkı sıkı sarılışını, sarılıştaki içtenliği fark eden “abla” bir yanıt beklemeksizin sorar "beni affettin mi sonunda?"

Eve her dönüşünde yaptığı gibi, önce kedi nüfusunu gözden geçiren “abla” yaz aylarında yazlıkçıların, ağaç diplerine, bahçe kıyılarına bıraktıkları balık/yemek artıklarıyla beslendiklerinden düşük katılımı sineye çeker. En devamlıları, gecenin bir saati gelip sessizce tel kapı dibine dikilip “abla”nın fark ettiğinde korkuyla sıçramasına neden olan, yaşlılıktan kendine bakıp temizleyemediğinden çöp kediye dönüşmüş Koçero’yla, gün içinde Hırçın, bir de onun yakaladıkça patakladığı, başta Küçücük iken büyüdükçe Küçük, feci biçimde ısırmaya başlayınca Çomar, sonunda da kız kardeşlerinin bastırmasıyla Çomar’ın sevimli bir uyarlaması Çomi!

Yokluğunda, evinde birkaç gün tatil yapan kızının, o döner dönmez "anne farkında mısın, bunun memeleri de çıkmış!" dediği Çomi, yanlara doğru genişleyen karnıyla fark edilir biçimde gebe! "Neyse," diye avunur “abla” "kızıştığı, epey gürültü koparan parfüm günlerine göre bedeni büyüdü, ölü doğursa bile artık kendini kurtarabilir…"

Saat 22:00 suları uykuya varan “abla” Çarşamba akşamları, Kanal D’de, Çok Güzel Hareketler Bunlar hatırına oyalanır; 5. bölümde gittikçe açılan yazarların, oyuncuların ortaya koydukları uykusuzluğa değecek niteliktedir. Her zaman yaratıcılığına hayran olduğu Yılmaz Erdoğan bir Mutfak dolusu Yılmaz Erdoğan üretme yolunda… Muhteşem The Ayırıcı skecinde, garantili ayırma işlemi için karşı tarafın karşısına geçip "Hakan senden ayrıldı!" bilgisi üzerine gelişmeler, ayrılığın çok doğru saptanmış aşamaları ve anlık pansuman sahnesi, kızın "ama çok acıyor!" deyişini Yılmaz Erdoğan’ın "gerçek mizah hüznü es geçmeyendir!" sözleriyle yorumlayışı, Rocky’de yüz ifadeleriyle verilen ağır çekimler, Hırsız’daki, Doğum Günü'ndeki zekice espriler, akıcı oyun, izleyicinin de katıldığı eğitim süreciyle Mutfak’ta hep birlikte pişirilip servis edilen muhteşem lezzette bir ziyafete dönüşür. “Abla” isimlerini aklında tutamadığı yazarların, mandal taçlı Hamlet skecindeki zehiiirrrrr!-uyuuşşşşş! yorumlarına baktığında, kendi espri anlayışında da önemli etkisi olan mizah dergilerinin izlerini fark eder, bunu Mutfak uygulamasında çok yerinde ve güzel bulur!

Uykusu seyreldiği bir saate pencere kıyısında, gün doğumunun kızıl ışığını fark eden “abla” kadranında başı hareketli tavuğun yemlendiği, elle kurmalı saatin çalmasını beklemez, cırcır böcekleri, bir klâsik müzik konseri öncesi akort edilen çalgıların tek tük tınlamaları ardından, şefin komutuyla bir ağızdan çalmaya başlamaları gibi cırıldamaya başladıkları anda, 07:00’de, kapısını sessizce çeker, çıkar.

Kendi kedi nüfusu için balık avlamakta komşusuyla selamlaşıp verdiği gebe Çomi raporuna ilave olarak, saat kurup erken kalkmak, bu gün havanın rüzgârsız olacağı, sitenin doluluğu gibi havadan sudan bir çok konuda “abla”, sonradan hayatı çok ciddiye alarak sorumlu yaşamasıyla ilgili olduğunu fark ettiği, komşusunun da bir şeyler demek isteyip diyemediği bir monolog tutturmuş gitmekte olduğunu fark eder etmez sessizleşir, iyi niyetli güler yüzlü adamı dinler, "rast gele!" diyerek ayrılır. Kuzeninin "…çabuk, çabuk çekin Fatoş’un fişini!" diye takıldığı kadar var!

Tepeye çok yakın bir yerde yaşlı ama zıpkın gibi! diye tanımlanabilecek beyin jimnastiğini bölmeden başıyla selamlayıp her zaman tünediği kayasına ulaşan “abla” birden fark eder ki kıskançlıkla, şehirli korkularıyla bir mağara kovuğu, kayalıktan ibaret de olsa kendisine ait ve kendisini huzurlu hissettiği, kimsenin ulaşmasını istemediği bu yerde biriyle karşılaşır ve hiçbir olumsuz duyguya kapılmaz! Ne güzel! Her zamanki oyuklara su doldurur, ekmek ufalar. Neredeyse bilinçsizce yaptığı ilk su koyuşunu, ööööylece otururken arkasından gelen vızıltılara baktığında minik göletin çevresinde birçok arı gördüğünü hatırlayan “abla” fark eder ki, bu yıl henüz arı yok! Ekmeğin kalanını, hep bir şeylere katık edildiğinden unuttuğu tadını hatırlamak için yavaaaaşça ufak parçalar ısırarak yer, bu kavuşmadan mutlu, suyun kalanını içer, susuzken temiz suyun açken bir tek lokma ekmeğin değerini fark edip, teşekkür eder… Yüzünü, göğsünü döndüğü rüzgârı seven, içinin en dar kovuğuna dek sızıp tortulanmış hüznü üfürdüğünü, dolanarak, gözünden yaş olarak akıtmaya ömrünün yetmeyeceği korku, kaygı, üzüntüyü süpürdüğünü hayâl eden “abla” dışarısıyla içini birlikte dinlerken, birden fark eder ki, geçen kış yazıştığı bir arkadaşıyla, "insanların cinsellik uğruna yaptıkları, ne aşağılanmalar yaşadıkları, nelere razı geldikleri..." konulu yazışmada böbürlenerek hemfikir oldukları, "biz, çok şükür bu derece ümitsiz, çaresiz değiliz!" yaklaşımından daha acınası bir şey yok! Doğasını reddeden, halâ kel Rapunzel iddiasındaki, özgürlüğü uğruna insan yanından vazgeçmiş “abla” kadar acınası kimse yok!

Dönüşte; yazlığını açmış, ayaküstü uzunca sohbetle hasret gidermiş, el yapımı işlere merakı yüzünden epey ahbaplık ettiği komşusu bir hanımın eşine rastlayan “abla” ona da hoş geldiniz, iyi tatiler! demek için duraklar. Sert bürokrat ifadeli adam, "…üç hafta oldu geleli, bir ay daha kalacağım" diye anlatır, "sonra Ankara’ya dönmem gerekiyor ama Ağustos’ta tekrar geleceğim…" “Abla” adamın tüm cümlelerini birinci tekil şahısla kurduğunu fark eder, şaşırır; en çok da, kendisinden 1/3 boy daha uzun, en az 40 yıllık karısını fark etmezden gelip cümlelerine almayışına!

Eve girmeden, balıkçı ile karısına rastlayan “abla”, "kullanılmış giysi, bardak falan var, versem köye götürür müsün…" demeye kalmadan balıkçı lâfa girer, "bak sen onu temizce çöpe koy, içine atma yanına koy, şimdi herkes bi başka oldu, aç yatar ama üstü başı hep yeni olacak, hem de moda olacak, verirsin bir de lâf duyarsın, sen hiiiiç bize verme, götür çöpe koy, kim isterse alsın!" “Abla” balıkçının sözlerinde yeni bir şey daha fark eder: Eskilerin, ihtiyacı olabilecek kişilere aktarılması mekanizması iflâs etmiş! Bir ekonomi kitabında okuduğu refah aşağı doğru damlar sözünün, dayatılan tüketim ekonomisi yüzünden ıskartaya çıkmış olduğu gibi!..

Denize girmeye izin vermeyen şiddetli poyraz, "…bu da iyi, oturur halâ 300 adet eksik kutularımı yaparım, fena mı?" diyen, kendisini yıllarca kötümser diye tanımlayan “abla”nın; aynada, fotoğraflarda kendisine bakmadığını, bakmayınca görmediğini, görmeyince sevmediğini fark ettiği zamanlarla hemen hemen aynı zamanda fark ettiği iyimser yanıdır.

Etiketler: ,

Konsomasyon Taburesi 162

İstanbul’daki son gününün sabahında “abla” ile ayağı ucunda uyuyan Karapati’yle mutlu bir gece geçirmiş ortanca kardeşi, Avrupa’dan Asya’ya, Kadıköy’e geçen halk otobüsüne binerken, Ali Sami Yen durağında bir kardeşlerinin daha bineceği açıklamasıyla üç kişilik ödeme yaparlar. “Abla”nın orta ikinci sınıftan beri arkadaşlığını kimseye değişmeyeceği, "erkek olsaydım onunla evlenmek isterdim!" dediği çok eski arkadaşı, üç kız kardeşi Haldun Taner Sahnesi önünden alır, Fenerbahçe’de uzunca bir zaman görüşmediklerinden güzel bir sohbetle uzun bir kahvaltı yaptıkları Belvü Jardin isimli, yat limanına bakan bir bahçeye götürür. Karacaahmet Mezarlığı’nın annelerinin mezarına daha yakın olan arka kapısında, bir sonraki buluşmanın sonbaharda, Bursa’da, Oylat Kaplıcası merkezli programını yaparak ayrılırlar.

Mezarlığın arka kapısından girip, küçük kız kardeşin "mahalle baskısı, hadi eşarplarımızı takalım…" uyarısıyla örtünüp ulaştıkları epeydir uğramadıklarından bakımsız annelerinin mezarı; oradaki kalıntıyla annesi arasında bir bağlantı kurmayıp annesinin çoktaaaan reenkarne olduğuna inanan “abla”ya bir şey ifade etmezken ortanca kardeş için uzuuun uzun sohbet ettiği bir tür telefon kulübesidir. Küçük kız kardeş ise kısa bir görüşmeyle yetinir; “abla”nın yanına, annelerinin, rastlantı eseri çok yakınındaki babasıyla annesinin, kardeşlerin anneanne ve dedelerinin mezarı başına geçer. Mezarlığın, bülbüllerin şakıdığı huzurlu atmosferinde geçip gidenler konulu sohbetlerine katılan ortanca anlatır; "anneannem bir seferinde anlatmıştı" der, "annenize kızım bak bu kadar iyi notların var, hep sınıfın ikincisi üçüncüsü oluyorsun, neden biraz daha çalışıp birincisi olmuyorsun? diye sorduğumda bana dedi ki, anne onlar benim arkadaşlarım, onlar için birinci olmak için önemli, onların arkadaşlığı da benim için önemli, niye onları üzeyim? Ben annenizden çok şey öğrendim." Akdeniz bilgeliğinin izlerini taşıyan, Girit’ten Türkiye’ye mübadeleyle 12 yaşında gelmiş, Rumca dışında tek kelime bilmezken okula giden beş çocuğundan Türkçe’yi, Latin harfleriyle yazmayı, hesap yapmayı öğrenen anneanneleriyle, hiç tanımadıkları, öncelikle kızlarını okutmak için çırpınan dedelerini selamlayıp mezarlıktan ayrılırlar.

Vapurla Eminönü’ne, köprü altındaki lokantalardan kendilerine İspanyolca seslenen garsonları şaşırtan Türkçe yanıtlar verip yürüyerek Karaköy’e geçerler. "Şuncacık yol, Tünel’i boş verin, yürüyerek çıkalım!" diyen yorulmaz, yılmaz, sportmen küçük kız kardeşe uyarak Galip Dede Caddesi alt ucundan yokuşa sararlar. Galata Kulesi dibinde, üç mahalle muhtarlığının kulübesi önünde ufak bir fotoğraf molası verirler. Ziyaret saatini kaçırdıklarını Mevlevihane’yi geçer geçmez rastladıkları özgün giysili bir yerli -Kızılderili- grubunun, doğadan esinlenen harika müziğini dinler, bir de CD alarak yola devam ederler.

Kitabevinden cafeye dönüşmüşe benzeyen Ada’ya sözlük alıp, yeni baskı bir kitap için giren kardeşlere, 10 yıldır Türkiye’de bulunan ama aklı İtalya’da Bulgar göçmeni konuşkan bir genç yardımcı olur; şirin aksanıyla hızlıca anlattığına göre "…serbest dolaşım hakkı alınca Bulgarlar Avrupa’ya dağılmışlar," eliyle gözlerini işaret ederek "vizyon yapınca geri dönmüşler, şimdi Bulgaristan çok güzel olmuş, Karadeniz kıyısını görsek..." tanımazmışız.


Doğal malzemeden üretilmiş pasta, kurabiye görünümlü bakım ürünleri satan, kapısından salınan muhteşem kokularla içine çekildikleri Lush adlı dükkânda “abla” ve kardeşleri, görgülerini artırırken kabul edelim, hepimiz yaşlanıyoruz, böğürtlen yoğurt maskesi ile kendimize bir şans tanıyalım türü eğlenceli ürün etiketlerini okuyup epey eğlenirler.

Mefisto’dan, “abla”nın talebi üzerine Komedi Dükkanın Müzisyeni etiketiyle Özer Atik’in Yok Böyle Bir Şey CD’sini alırlar. Yol boyu rastladıkları sinemalarda, üç kız kardeşin oy birliği ile görmek istedikleri tek film, İmam Adnan Sokak’taki Yeşilçam Sineması’nda, 20:00’de; Bereketli Topraklar Üzerinde

Film saatine kadar Kaktüs’te mola veren kardeşlerinden, gazete okumayıp haber izlemeyen “abla”nın öğrendikleri: Sean Penn’li Cannes Film Festivali’nde ses getiren, İstanbul Film Festivali’nde de gösterilen, İnsan Hakları konulu eski filmleri destekleyerek restorasyonunun sağlandığı proje kapsamında ele alınan, Orhan Kemal’in aynı isimli yapıtından esinlenerek Tuncel Kurtiz’in senaryosunu yazdığı Bereketli Topraklar Üzerinde hüzünlü bir Çukurova hikâyesi. 1980’de darbe nedeniyle yapılamayan Antalya Film Festivali’nde ertesi yıl, En İyi Film, En İyi Yönetmen (Erden Kıral), En İyi Erkek Oyuncu (Yaman Okay) ödüllerini alan film, sıkıyönetimce “muzır” bulunur. Kıral ödülü reddeder; filmin Avrupa’da aldığı ödüllere ise yurtdışına çıkışı engellenince yıllar sonra Paris’te kavuşur. Oyuncuların set işçisi olarak da çalıştıkları, sineklerce ısırılıp 5-6 yıl kapanmayan yaralarla uğraştıkları, parasızlıktan eşlerinin bileziklerini bozdurup zorlukla tamamladıkları filmin negatifleri depodan çalınır! 28 yıl sonra, filmin hakları sahibi ve oyuncusu da olan yedi kişinin İsviçre’de yaşayan üçünden filmini satın alan Erden Kıral duygularını "çocuğunu bulmak gibi" diye anlatır… Bu macerada, ilgili kişilere ulaşmada Fatih Akın’ın da gayreti söz konusu…

Merdivenle sinemanın bulunduğu alt kata inen “abla” ve kardeşleri bilet kesmede çekingen davranan görevlinin zıngırdamakta olan tavanı işaret ederek "canlı müziğe başlamışlar, rica ettim ama bakalım kısacaklar mı?" demesine karşın kararlı dört seyirciyle beraber, ara istemeksizin filmi izlerler. Yerel diyaloglar, doğal çevre, güzel oyunculuk; öz be öz sinema!

Çıkışta, "şu canlı müzik nedir?" merak eden “abla”, sinemanın yanındaki girişin önünde oturan, çoğunluğu siyah giysiler içindeki oğlanlı kızlı gruplardan birine yanaşıp sorar, "bu müziğin türü nedir," konuşarak anlaşmak mümkün görünmediğinden defterini uzatır, "rica etsem yazar mısın?" Atkuyruklu küpeli oğlan, kızın omzundan aldığı eliyle, güzelce Death Metal yazar, "bir de," der “abla” okuyamadığı süslü yazıyı gösterip, "buranın adı ne?" oğlan yine yazar Do Rock, sonra da ekler "Durak gibi yani…"

Sokağın girişi, sağlı sollu geniş ekranların önünde, ellerde bira bardakları kulaklara Almanca konuşmaların çalındığı kalabalıkla hıncahınç dolu; Dünya Kupası son maçı, İspanya-Almanya, 15. dakika geride kalmış, durum 0-0!

Etiketler: , , , , , , , , , ,

Konsomasyon Taburesi 161

24 Haziran 2008, 22:45! Gönlü cüzdanından çoook daha geniş küçük kız kardeşin bir fındığın içini yar senden ayrı yemem deyip, İstanbul’a birkaç günlüğüne gelen ablalarına da aldığı biletlerle izlemekte oldukları 36. Uluslararası İstanbul Müzik Festivali’nden Müsennâ: Barok Karnavallar ve Osmanlı Şenlikleri isimli gösterinin ikinci kısmı için hazır müzisyenler, ellerini ağırdan alır yatsı ezanının sona ermesini beklerler...

Topkapı Sarayı, Babü-s Saade sütunlu girişi sahne biçiminde düzenlenmiş. Yükseliş ve çöküşe, kimbilir ne entrikalara tanık olmuş görmüş geçirmiş çınarların altında, çuvalla kaplanarak yükseltilmiş platforma dizilmiş sandalyelerdeki şık hanımların pahalı parfümlerinin kokusu, ayakları altındaki çuvaldan gelen gaz kokusuna karışır; “abla” bunun kasıtlı bir antisivrisinek tavır olduğundan şüphelenir ve eğer gerçekten öyleyse tebrike şayan! bulur... Polonyalı Ali Ufkî’nin notaya döktüğü Osmanlı müziği, 350 yıl sonra; proje tasarımı ve yönetmen Çimen Seymen, Sahne Kostüm tasarımı Hüsamettin Koçan, Işık tasarımı Müfit Özbek’in... emeği, soprano Çimen Seymen’in sesi ve anlatıcı Erkan Sever’in dönem hikâyeleri, Barok Karnaval havası içinde ney, arp, keman, def... eşliğinde Avrupalı/Osmanlı karması tınılarla yorumlanırken 17. Yüzyıl danslarıyla da süslenir.

25 Haziran 2008, 22:45! Açık havada, güzel bir bahçede, tüllere sarılmış ağaçların altında bir kuzen düğününde, Japon fenerli masalardan birinde kızı, damadı, kardeşleri ve kuzenleriyle oturan “abla”, bir ay önce beklenmedik biçimde eşini kaybeden kuzenine "dua’yı nerede yapacağını" sorar; anneannelerini 1985 Şubat’ında kaybettiklerinde uğurladıkları camiden sözettiğini duyunca, cenaze namazı orada kılınan diğer akrabaların artan sayısını hatırlayarak, masadakileri güldüren "...neredeyse aile camimiz oldu!" yorumunu getirir. Damadın babası da bir kaç gün önce kendi kuzenlerinden birini yitirmiştir, tebriklerle başsağlığı dileklerinin birbirine karıştığı akşamda bir saat önce diğer kuzenlerden birinin ikinci kez dede olduğu haberi alınır.

Davetlilerin bazıları, bitişikteki çay bahçesine, büyük ekranda maçı izlemeye gidip geldiklerinden masalar, arada sırada kadınlar matinesi havası sergiler. Düğün, maçın skorunun bildirildiği anonslarla, yan taraftan dalga dalga büyüyerek gelen coşkuyla kesilerek sürer. Sonuç belli olduğunda, genel hayâl kırıklığı havası yayılırken “abla” "neyse diye düşünür en azından eve kazasız belâsız dönebileceğiz!"

Üstüste yığılan bunca kuzen ölümü üzerine “abla”, kendisi de birilerinin kuzeni olduğundan, şu aralar ölmeyi planlamamasına ve avucundaki uzuuuun hayat çizgisine karşın, ne olur ne olmaz, kızına vasiyetini bildirir; "şifremi biliyorsun" der, "gir onpunto’daki sayfama, şablonumu değiştiri tıkla, sayfayı siyah yap, senbilirsinabla diye tanıdığınız annemi yitirdik... gibisinden birkaç satırla da bir duyuru yaz, tamam mı?"

Etiketler: , , ,

Konsomasyon Taburesi 160

07:03! Poyrazın savurduğu, budanıp verandayı açıkta bırakan zakkum dublörü boncuklu paravanın şakırtısına alışamamış, fazladan, gazinodan gelen, atılan gollerin neşeli çığlıklarla kutlanışını deprem sanıp korkuyla sıçradığı uykusunu alamamış “abla” gözlerini isteksizce açar; güneş fazla yükselmeden çıkmalı! düşüncesiyle biraz daha sağa kıvrılıp keyif mi yapsam? düşüncesi arasındaki kararsızlığını, Çomar’ın, penceresi önünde kuyruğu koparılıyormuşçasına feryadı üzerine aşar, kalkar.

Çomar’a kız kardeşinin İstanbul’dan getirdiği kuru kedi mamasından bir bardak koyar, ısırıp pençeleme açısından en tehlikesiz olduğu yeme anında incecik yumuşacık tüylerle kaplı koca kulaklarının vampire benzettiği ufak başını, sıska boynunu, tipik sokak kedisi koca karnını sevgiyle okşar. Mutfağa geçer, pet şişesini doldurur, iki dilim mısır ekmeği keser sırt çantasına kor, anahtarını kontrol eder, boynunu, kulaklarını güneşten koruyan yazmasını sarar, güneş gözlüğünü takar, çıkar.07:30! Deniz kenarındaki torunlardan birinin gelip ötekinin döndüğü evlerde, henüz herkes uyumakta... Üçüncü evin girişindeki yeşilliklerle örtülü sundurmada sessizce kahvaltı eden, sigara yüzünden tek ciğeri söndüğü, iki yıl ömrü kaldığı söylenen balıkçı ile karısı dışında! “Abla”yla sessizce selamlaşırlar.

Bir sonraki Martı Koyu’na kanalizasyon kazısının allak bullak ettiği toprak yoldan yürüyüşü sırasında rastladığı iki yaşlı yürüyüşçü ve bir başka kedi noktası komşusunun, balık sunarak kedi nüfusuna el koyan, arabası içinde rüzgârdan korunarak balık avlayan kocası ile de selamlaşan “abla” Poyraz’a sırtı dönük sakin Martı Koyu’nda denize girenlerin şen kahkahalarını aşıp bayıra sarar, çamlarla gölgeli patikadan tepeyi tırmanmaya başlar. Ormanlık alandaki yangın riskini kontrole yarayan temizliği yapacak greyder henüz girmediğinden diz boyu kuru otlar, şiddetli yağmurun açtığı derin yarıklar yüzünden zahmetli parkuru izleyen “abla” bir iki kaplumbağa dışında irice bir canlıya rastlamadan, sitenin girişinden görünen, jandarmanın kimbilir ne zaman boyadığı, şimdilerde içinde çamlar bitmiş, soluk bayrağın bulunduğu Karatepe’nin en yüksek yerine varır. Uçmaması için ucuna taşlar koyduğu terle ıslanmış t-shirt’ünü kayalardan birine serer, üşümemek için yeleğini giyer, kardeşinin getirdiği Açık Hava Tiyatrosu’nda bir caz konserinde dağıtılan süngere oturur, çantasından çıkardığı suyun bir kısmını doğaya teşekkürle! kayanın kovuklarına doldurur, ekmeği ufalar, ayakkabılarını çıkarır, kayanın serinliğine basar... Ölçmediği bir süre oturur; peşinde martıları sürükleyen balıkçı teknelerini, çok sık olmasa da –bir şenlik!- yunus geçişlerini izler, o kadar sessizdir ki, bir seferinde çalılardan çıkan bir tilkinin “abla”yı farkettiğinde yerinden zıpladığı bir karşılaşma bile olmuştur!

Dönüşünü camiyle spor tesislerine inen yoldan, armut yüklü ağaçlar arasından yapar. Kış boyu kapalı kalmış evlerin neminde ıslanmış yatakları serdikleri verandalardan, yeni geldikleri anlaşılan tatilcilerle selamlaşıp markete uğrayan “abla” sitedeki doluluk oranı üzerine Rıza Bey’le, markete her girene hoşgeldiniiiiiz!lerle bölünen kısa bir görüşme yapar, yine Martı sahiline iner toprak yoldan evine kavuşur.

Su dağıtımı yapan üç marka Erikli, Sultansu ve yörenin tanınmış suyu Belediye'nin şişelediği Düdüklü birbiri ardısıra aynı sinyal sistemiyle, çıngıraklarını çalarak geçerken poyraz çok şiddetli değilse denize giren “abla” öğlen günün iki öğününden birini gerçekleştirir, kahvaltısını yapar.

Demliğin dibindeki çayı annesinden öğrendiği gibi gülün dibine döker, bilgisayarını açıp postasına bakar, yanıtlar. Günlerdir eve kapanıp ürettiği 140 elyapımı kutuyu koyduğu koliyi yüklenip Burhaniye’ye giden Körfez Birlik arabasına biner.

Arkasında, bu yaz da gelip birbirlerini salimen bulmuş olmaktan mutlu iki yazlıkçı yaşlı hanım hasret gidermekte! Kışın nasıl geçtiği, karşılıklı sağlık durumlarının aktarıldığı olağan sohbetin bir kısmında hanımlardan biri diğerine "bir jinekoloji hocamız vardı" der, "...o derdi ki (sesine amfide ders verir bir ton ekleyerek) kadınnnn yaşlanmaaaz, yoruluur! Yaşıyorsa Allah uzun ömürler versin, öldüyse nur içinde yatsın..."

Ören başta diğer yazlık sitelerden pazara inmiş yazlıkçı kalabalığına bakarak yörenin yaz nüfusuna ulaştığı anlaşılan Burhaniye’de anıtın karşısındaki ısıölçerde 39 dereceyi gören “abla” rahat taşımak için çamaşır ipiyle bağlayıp yaptığı sapından kavradığı koliyle ara sokağa dalar, "vaktin varsa bir çayımızı iç Fatoş Abla" diyen kargocu çocuklara, her zamanki, bir sonraki arabayla döneceği cevabını verip "...aynı adrese, karşıdan ödemeli!" der, çıkar. Akşam İstanbul’a yola çıkacağından sebze pazarına uğramaz; cep telefonu kullanmadığından arada uyarısına ihtiyaç duyduğu, kadranında civcivleriyle yemlenen bir tavuğun bulunduğu bir Serkisof kurmalı çalar saati 7.5 YTL’ye alır, milletin serinlemek için pazar molası verdiği parkın önündeki simitçiden aldığı sıcacık yoğurt kurabiyesini yiyerek durağa gider, gelen arabaya biner, arka kapı dibindeki muavinin yerine "burası güzel esiyor..." açıklaması yaparak yerleşir.

Yanında oturan, "sen nerede oturuyorsun?" diyerek taşralı içtenliğiyle sohbet başlatan yanakları kırmızı, mavi gözlü amcaya burada kışın da oturduğu ek bilgisiyle oturduğu yeri söyler. Amca, “abla”nın içine kapalı yaşamı yüzünden tanımadığı komşularından birkaç isim sayarak, onlara zeytinyağı verdiğini anlatır; "...nenemin zamanında..." der, "teeee Karatepe’ye kadar Gömeç Ovası’nda tütün ekerlermiş, tüccarlar altın gibi renginden tanırlarmış tütünü... Yani buranın havası o kadar güzel, temiz! Zeytin de o yüzden güzel oluyor. Buradan birinin akrabası gitmiş, Amerika’da bir kitapçıda bir kitap görmüş, en iyi zeytin Karaağaç Beldesi’nde olur yazıyormuş! Ama, zamanında tüccar çok sömürdü zeytinciyi, bizde, dağda derlerdi PeKaKa’dan, körfezde üç Ka’dan (Komili, Kırlangıç, Kristal) korkacaksın! Şimdilerde o kadar değil ama..."

Etiketler: , , , , , ,

Konsomasyon Taburesi 159

"Yahu olur şey değil! Aynı film izler gibi! Oturdum kahveye, ablamı bekliyorum, bir kadın, az önümde Körfez Birlik arabasından indi, elinde plastik saksılar, bir torbada fideler… Karşıya geçecek, yolun yarısı geçti, hani ortada çimen bir yer var ya, orada durdu. Ya, tam o sırada karşıdan, bizim yoldan koyu bir araba, hata onda, yüzde yüz onda, Burhaniye tarafından da arkası kapalı bir iş arabası, bu kendi yolunda; koyu araba buna bir çarptı, film seyreder gibi seyrediyorum, biri anlatsa inanmam! Şimdi kadın gördü bunları, çimende birkaç adım geri gitti, beyaz iş arabası kırdı, kurtaramadı, dönülmez levhasına çarptı, demiri altına aldı, eğdi, gitti kadına vurdu! Kilolu da kadın, sana benziyor, böyle senin gibi kır saçlı, Allah inandırsın, uçtu, birkaç metre havalandı, spor ayakkabıları vardı ayağında, ayağından fırladı! Koştum hemen, kendinde değil, çantasını koydum başının altına, az sonra kendine geldi… Allahtan 112 iyi çalışıyor, 10 dakikada gelip aldılar, ilk yardım falan…" Bitişik koyda oturan akrabası “abla”ya tanık olduğu kazayı anlatır, "hayat işte" diye bağlar sözlerini, "ne önemsiz şeylere takılıyoruz, üzülüyoruz…"

Kolunun altına kıstırdığı, marketçi Rıza’dan alıp, bantlarını yırtarak yassılttığı kolilerle sert rüzgârda havalanmamaya çalışarak yürüyen “abla”, döneli beri göremediği, kışı beraber geçirdiği komşusuna, geldiği haberini vermek için evi önünden geçerken açık kapıdan görünen kalabalığa, dışarı taşan "…yerde demirler varmış, ya üzerine düşseydim…" sözlerine takılır. İçerden komşusunun "gel, gel buyur!" çağrısını duyunca birkaç basamağı çıkar, kolileri duvara dayar, tel kapıyı açar, bir olağanüstülük sezdiği eve girer: Komşusu kanepede, sağ bacağının tamamı alçıda yatmakta… “Abla”nın, "geçmiş olsun, nedir?" sorusunu ziyarete gelen hanım, komşusu ve gelini hep birlikte yanıtlarlarken, anlattıklarıyla, akrabasının aktardığı kaza arasındaki inanılmaz benzerlik üzerine "…yoksa o kadın siz miydiniz?" diyen “abla” daha sonra komşusunun, "…ben de, hastanede aklımı başıma topladığımda çoraplarım niye kirli diye düşündüm, …havaya da fırlamışım haaa? …demek o arada baygın kalmışım!" türünden bilinç boşluklarını doldurup olayı netleştirecek bilgileri verir.

"Koyu renkli arabanın sürücüsü 83 yaşındaymış, benim tahminim fren yerine paniğe kapılıp gaza bastı, bu yaşta halâ nasıl trafikte aklım almıyor… Bir de..." der, sigara tiryakisi komşusu "...artık kafamın neresini vurduysam, iki kez denedim sigara içemiyorum, içim almıyor… Neredeyse bir mucize!.." dedikleri kazanın gelişimi ve sonuçlarını değerlendirirken, İkizler “abla”nın burçdaşı gelin, bir yandan evin kedisi Boncuk, bitişik komşunun gözü görmez kulağı duymaz çok yaşlı küçük köpeğini paralamasın diye aralarına atladığından pençelenip yarılan koluna pansuman yaparken "Merkür der, ayın 3. haftası sonuna dek gerilemekte imiş, bu yüzden bu dönem biraz hassas!"

"Haaaa..." der “abla”, vedalaşıp çıkarken "...demek bu yüzden!" Kızını uğurladıktan sonraki günlerde 440 el yapımı kutu daha üretmek üzere eski çalışma düzenine döndüğünde, içinde nedeni belirsiz yoğun bir ağlama duygusu, birkaç kutu kıvırıp yapıştırır, sıkılır, buzdolabı önüne dikilip kapısını açıp içeri bakar, derken bunalır, fırlar bahçeyi sular, döner, kumandaya sarılır, ıııhhhh! seyretmeye değer bir şey yok!, bir şeyler okumaya niyetlenir, küt! uyuyakalır… Karapati’nin kısırlık ameliyatı sonrası, acısının kaynağının yattığı yer olduğunu sanıp yerini sürekli değiştirerek acıdan kurtulabileceği yanılgısıyla, odanın içinde bir o yana bir bu yana dolaşıp durduğu ilk akşamı hatırlatır biçimde davranarak içindeki sıkıntıdan kaçabileceğini sanır “abla”; kendini götürmeden gidebileceği bir yer yok, içinden kaçmayı sağlayacak hız yok bilir, bilir ama… Soğuk denize girmelerin bile yatıştıramadığı telâş, öfke soslu ağlama isteğinin köşeye kıstırdığı “abla” derde deva değilse de neden bu kadar canı sıkkın olduğunu açıklaması bakımından şu Merkür gerilemesi… fikrini pek beğenir, dört elle sarılır, "haaaa," der "demek bu yüzden! Neyse ki bu yüzden!"

Etiketler: ,

Konsomasyon Taburesi 158

51. yaşının ilk günleri “abla”ya göre, doğum tarihinde tekrarlanan 5 sayısının mistik anlamı değişim enerjisini doğrular kanıtlarla doludur: Ortanca kızkardeşine uyar, eskiden olsa Nuh deyip Peygamber demeyeceği özel doğum günü pastası tasarısına direnmez. Kendisini eskiden olsa asla sokamayacağı, beden bakım ürünleri satılan -hem de marka- dükkândan, kendisine bir sepet dolusu doğum günü hediyesi almasına ses çıkarmaz; Afrikalı kadınların ürünlerinden yapılma doğal bakım ürünlerinin satıldığı, yerel ticareti destekleyen, çocuklara yönelik şiddete karşı tavrıyla bilenin bildiği Body Shop’tan, kendi iradesiyle girip sakin sakin, uzuuun uzun tüm şişeleri koklayarak alışveriş yapacağı zamanlar çok uzakta değildir ama biraz daha değişmesi gerekmektedir.

Nüfus kâğıdını değiştirmek için fotoğraf çektirmesi gerektiğinde “abla” değişim konusunda bu kadar esnek davranmakta zorlanır: Fotoğrafçının bilgisayar başındaki çalışanının, “abla”nın yıllar boyu emek vererek alnına kazıdığı çizgileri bir hamlede yok etmesi yetmezmiş gibi, bir şakağına yakın kaşı üzerinde konuşlanmış benini de yok etmez mi!? Son zamanlarda çekilmiş olması gerekirken bir on yıl öncesinden kalma görünen fotoğrafta bu kadarı fazladır; eskiden olsa kavga edeceği fotoğrafçı ile işbirlikçisi photoshopçuya "benimi, benimle elli yıl geçirmiş benimi geri koyun bari..." diye sızlanmakla yetinir.

“Abla” ile küçük kız kardeşi, sıcaktan çok sıcaklığın kaynağının gökten yağdığı izlenimi veren havadan kaçıp, eskiden olsa ayak direyeceği yakındaki bir alışveriş ve yaşam merkezine girer girmez, alışveriş etmeyen milletin bütün gün burada serin serin dolanmasının anlamına yeniden vakıf olurlar. “Abla” değişimin engellenemez etkisi altında bu kez küçük kız kardeşinin -yine marka- bir dükkândan kendisine kısa pantolon almasına uysallıkla başeğer. Erkek standından seçtiği dört renk, değişik boyda kısa pantolondan birinde karar kılar; kabinin perdesi önünde "nasıl olduğunu?" soran oğlanın maviş gözlerinin dehşetle açılmasına yolaçan bir talepte bulunarak, şortun belindeki özenle hırpalanmış palaskayı gösterir ve şortu beğendiğini ama palaskanın yenisini getirmesini rica eder. Bir yere koyamadığı bu isteği, bir yandan anlamaya çalışırken diğer yandan da "ama bunun modeli böyle..." yollu itiraz eden oğlanın, daha fazla acı çekmesine gönlü razı olmayan “abla” "eskiden, bizim çocuklar eskitilmiş giysilere para verdiklerinde tepki gösterirdim, işte kuşak farkı, bunu beğenmeme çok şaşıracaklar!" diyerek şakasını sonlandırır.

Kanal D’de BKM Mutfak markasıyla, Çok Güzel Hareketler Bunlar isimli bir komedi dizi programı üreten, “abla”nın eskiden beri zekâsına, espri anlayışına hayranlık duyduğu Yılmaz Erdoğan da belli ki bir değişim geçirip oyunculuktan oyuncu eğitimine geçip bir grup genci eğiterek; aralarında yazamama sıkıntısı sırasında sabitlenen tekrarlanan ekran görüntüsünün oyuncular tarafından canlandırıldığı çok özgün bir kaç fikrin bulunduğu, çok da güzel bir seri skeç sergilerler: Çarşamba gecelerinin vazgeçilmezi atv’de Avrupa Yakası ardından Kanal D’yi izleme kararı alan “abla”, bu programın uykusuzluğa değeceği fikrindedir!

Sabah, evin karşısındaki inşaatın olağan takırtısıyla uyanan “abla” ev içindeki sessizliğin kaynağını araştırma niyetiyle salona girdiğinde, damadın geç saate dek, bir gün önce çektiği fotoğrafları -eskiden olsa, ölse böyle yazmayacağı- photoshoplayıp CD’ye yüklemiş ardından da koltukta uyuyakalmış olduğunu görür.
Kız bir başka çekimin makyajını kotarmaya çıkalı çok olmuş! "Eskiden..." konulu uzun sohbetler yaptıkları kahvaltıları pek seven “abla” hediye şortunu gösterdiğinde "aaa, aynısından benim de var" diyen, evlenmesinden bu yana bayağı beden değişikliği geçirip genişleyen ve kendisiyle aynı bedene gelen damadına, "bıktığın pantalonlarını bana verir misin?" önerisinde bulunur. Bu, kahvaltı sonrası, fermuar yerine düğmeli bir kot ile bol cepli olduğundan gözden düşmüş füme bir pantalonun “abla”ya derhal teslimine neden olur! "Seninle iş yapmak bir zevk..." dediği damadına, karanlık odacı arkadaşının, birlikte pek güldükleri, t-shirtlerini giyen ablasının meme yeri yaptığından yakınmasını anlatır...

...eskiden olsa: Doğallıkla bir önceki yılla, ayla, haftayla ya da günle değil, uzun ve belirsiz bir zaman öncesini anlatır, istatistik açıdan bir değer taşımaz!

Etiketler: , , , ,

Konsomasyon Taburesi 157

" ...çok mu dedim, eh! 50 milyonunu kes, verme..." diyen titiz Hüseyin Usta’nın tamir ve badana sonrasında bir iyi süpürdüğü evini, İstanbul dönüşü kıyı köşe temizleyip yerleştiren “abla”, anneler günü için gelip evini hafta sonu şenlendiren kızkardeşlerini yolculadıktan bir kaç gün sonra yine yola dökülür. Bu kez hedefi, ortanca kızkardeşinin evini toplayıp taşınmasına yardım etmek üzere, Bursa’dır!

Ağırlıklı eşyasını, zaman içinde lojmanın diğer odalarına, giysi dolapları içine yatakların üzerine yayılmış kitapların oluşturduğu evi toparlaması 1.5-2 gün alan “abla” kitaplardan, Marketçi Rıza’dan aldığı temiz bisküvi kolileriyle 15-20 parçalık bir seri üretir. Pazar sabahı 8’de gelen ve ortanca kızkardeşiyle şoför mahaline yerleştikleri kamyonetle şehrin mutena bir semtine yönelirler, eşyanın beşinci kata taşınması bir yarım gün alır.

İzleyen hafta, gelip giden elektrikçi, su tesisatçısı, TV aboneliği teknisyenleri... trafiği arasında yerleşme ayrıntılarıyla geçerken, bir akşam üzeri, yüzünde esrarengiz bir tebessümle "seninle yapmamız gereken önemli bir iş var!" diyen ortanca kızkardeş yorgun “abla”yı önüne katar, şehrin ortasından raylı hat da geçen ana caddelerinden biri üzerine yeni açılmış bir Kafkas şubesine sokar. İçinde bulunduğu çarşı kompleksiyle uyumlu kristal avizelerle süslü ışıl ışıl, serin tatlı dükkanının kırmızı kumaş kaplı, kristal düğmeli sandalyelerine yığılan kardeşler önlerindeki kutlama pastaları seçenekleri kataloğundan kendilerine/duruma özgü bir pasta seçmeye çalışırlar. Esrar çözülmüştür: “Abla”nın birkaç gün sonraki 50. yaşgünü pastasının özel birşey olması gerektiğini düşünen, içindeki neşeli çocuğu hiç yitirmemiş ortanca kızkardeş dükkan personeline doğum günü çocuğunun, açıklama sırasında yüzü hafifçe kızaran “abla”sı olduğunu coşkuyla bildirir! Yetişkinler için en fazla futbol takımı renkli, nazar boncuğu ya da güllerle kaplı kalp şekilli pastaları kapsayan katalog normal doğum günü çocuklarına yönelik olduğundan bir seçim yapmakta zorlanan “abla” bir zaman grafik eğitimi almış kafa dengi, hevesli çalışanla birlikte ufak bir kağıda çiziktirerek irice bir F harfinden oluşan ve 50. Yılında yazıları taşıyan bir pasta tasarlarlar.

2008 yılı 5. ayının 23. günü, Dünya planetindeki 50. Yılını geride bırakışını birlikte kutlamak üzere İstanbul’dan gelen küçük kızkardeşin değerli katılımıyla üç kızkardeş sessiz minik bir kutlama yaparlar. Cep telefonu kullanmadığından gün ve gece boyu kızkardeşlerinin telefonlarından kutlama mesajları alan “abla” teyzesinden gelenin de içeriğinin aynı olduğundan emindir; Hayır, ne yazık teyze, ailenin en sevilen kişilerinden damadının beklenmedik genç ölümünü bildirmek üzere aramıştır!

Kızkardeşler ertesi sabah, bahçelerde balkonlarda yaşamayı seven kalender Bursalıların uyuduğu erken bir saatte, babasını uğurlamaya hiç de hazır olmayan 16 yaşında genç bir kızın annesi, şaşkın sevgili kuzenlerinin acısını paylaşıp, tek bir gün kalp kırmışlığına tanık olmadıkları beyefendi eşini toprağa vermek üzere İstanbul yoluna koyulurlar.

Etiketler:

Konsomasyon Taburesi 156

"Yağışlı havada yol boyu bakınırım, ne güzel!" deyip 4 numaralı koltuğu alan “abla”, bu dileğini gerçekleştiremez, mışıl mışıl uyuyup, gözünü açabildiği nadir aralarda yanındaki kadının hayretle "Vallaha iyi uyudunuz!" demesine neden olur: Avrupa yakasından yola çıkar çıkmaz, köprüye girmeden uyuma konusunda son derece yetenekli “abla”, kızı ve kız kardeşlerinin, sağlığında annesine gittikleri Balıkesir’i geçerek muavin de uyuduğundan, Akhisar’da durduklarında "bereket şoför de uyumamış!" dedikleri yolculuk hatırlardadır.

Karaağaç Köyü’nde inen “abla” taksici Ali tarafından hava durumu, deniz suyu sıcaklığı, site nüfusu gibi geçen bir aylık gelişmelerin görüşüldüğü özenli yolculukla evine ulaştırılır. Bavulunu badana sonrası ince temizlik gerektiren evin girişinde bırakır, fare düşse başı yarılır buzdolabına bakar "hiç değilse süt, yoğurt, ekmek alayım, kediler gelirse mahcup olmayayım" deyip markete yollanır. Hava harika, bahçedeki iğde salındıkça kokusu verandaya ulaşmakta… Dönüşte evin etrafını kedi nüfusu açısından kolaçan eden “abla” komşunun bahçesinde güllerin dibinde güneşlenmekte olan Çomar’la burun buruna gelir. Başlarda ürkek davranan, sıskalıktan yamyassı Çomar, düşük yapmadıysa gebe değil! “Abla”nın kedi sevgisini insan sevgisine yeğlemesinin önemli nedenlerinden biri, bir ay süreyle terkedilmiş, belli ki aç kalmış hayvancık hiç sitem etmez; yine de kucak ve ısırma faslı için gerekli yabanîliğin geride bırakılması iki üç gün sürer.

Evin çevresini dolanırken komşusuna yakalanan “abla” çay daveti alır, "yoldan yeni geldim, üstüm başım kir pas…" yollu itirazına bakılmaz. İstanbul’da festivalde kızıyla karşılaştığı komşuları bu yılki yurtdışı rotasını sorarlar; “abla” kız kardeşinin yaz programını açıklarken, hanım "aaa!" der "bilmemkim bey de geçen ay Dubai’deydi!"; kocasıyla bakışırlar, bey, bir sessizlik anından sonra, "ama" der "çok yaş farkı var!.." Yine de “abla”dan 23 yaş büyük bilmemkim bey’i çaya çağırmaya kocasını yollayan hanım, hazırlık için mutfağa geçer, içeriden “abla”ya, "bak, rahmetli karısıyla tenis oynarlardı, sorarsa ben de oynarım de!, gel de bir ruj, allık süreyim, dik otur!" türünden taktikler verir.

Yol boyu sürdürdüğü uykusunu alamamış, başka zaman olsa, kapısını açmakla zaman yitirmeyip çoktaaaaan bahçe duvarı üstünden atlayıp kayıplara karışacak “abla” öööylece oturmakta; merak mı, tevekkül mü, miskinlik mi… belli değil! Bir akşam önce yine çaya çağrılmış bilmemkim bey, epey bir zaman sonra, bahçede çalıştığından geciktiğini söyleyip özür dileyerek, artık bir şey sezdiğinden midir nedir mis gibi, tertemiz, bakımlı, kırmızı bir t-shirt, spor bir pantolon, pembe camlı gözlükle gelir; üzerinde mor uzun bir jile, içinde buruşuk kareli gömlek, beline bağlı pembe kazak ve uyku-ter-toz karışımı yol kokulu “abla” ile tanıştırılır. Cüneyt Arkın’a benzeyen, saçları başında, açık renk gözlü bilmemkim bey, yaşını gerçekten hiç göstermeyen motorsikletsever, sportmen hoş bir adam, bir beyefendi!

Ev sahibi çöpçatan ikilinin çanak sorularla yönlendirdiği sohbet akarken “abla”nın, ne tür bir içgüdüyle bilinmez, "bir yaş küçük meslektaşı annesini tanıyıp tanımadığını" sorup, "tanımadığı" yanıtı aldığı adam, “abla” ve ekibinin Küba yolculuklarına, "bu da nereden aklınıza geldi?" diyerek şaşkınlık gösterir. Ardından, işlerini azaltıp üç ay İngiltere’nin güneyindeki dil kurslarından birine katılıp İngilizce öğrenmek istediğini söyleyerek “abla”yı şaşırtır. Genelde, böyle bir olupbitti karşısında huysuzluk eden “abla”, turşuyu kimin sattığı pek de belli olmayan eğlenceli sohbetle sakince akıp gitmekte… Hava iyice kararır, plajda gün boyu sosis gibi yatıp yana döne kızarma eğilimini yıllar önce terk etmiş “abla”, "plajda nasıl olsa rastlaşırız" diyen beyle ve ev sahipleriyle vedalaşıp kalkar.

Kafası karışık, eve girer, paralı kanalı açar; Joel Schumacher yönetiminde Jim Carrey’nin oynadığı The Number 23! Filmin başında title akarken 23 rakamıyla ilgili aktarılanlar: “23 sadece 1’e ve kendisine bölünebilen bir sayıdır, Julius Caesar suikast sırasında 23 kez bıçaklanmıştır, kanın vücutta dolaşımı 23 saniyede tamamlanır, Eski Ahit’e göre Adem’le Havva’nın 23 kızı var, anne ve baba çocuğun DNA’sına 23’er kromozom verir, insanlarda cinsiyeti 23. kromozom belirler, Antik Çin’de insanlar, çift sayıların kadınları, tek sayıların erkekleri temsil ettiğine inanırlardı ve 23 en erkeksi sayıydı” Bu sonuncusu “abla”yı bayağı sarsar, o ayın 23’ünde doğmuştur; bir ankete göre cinsel kimliğinin %75 oranında erkek çıkmasını, kendinden genç erkekleri kafa dengi, çekici bulmasını, yaşamı boyu erkekçe seçimler yapmasını hep buna bağlar…

Psikolojik gerilim filmini beğeniyle izler, bitirir; aklında, 23 yaş büyük bilmemkim bey, kumanda ile 23 ‘ü tuşlar; TürkMax’da bayıldığı Zeki Demirkubuz’un çok beğendiği filmi Kader!

Etiketler: , , , ,

Konsomasyon Taburesi 155

İstanbul’daki son günlerini arkadaş buluşmaları, bürokratik işler ve sinema ile matematiksel bir kesinlikle dolduran “abla” da 1 Mayıs mağdurlarındandır. Perşembe günü çikolata yapan arkadaşıyla buluşup, ona mini bir el yapımı kutu semineri verme planı bir sonraki güne ertelenirken, Fulya’da çalışan cildiyeci doktor arkadaşının sokakların güvensizliği yüzünden iptal olan randevuları sayesinde, onunla buluşup uzun uzun sohbet etme fırsatı yakalar.

Damadın TV’den izlediği durumun/ortalığın sakinleşmesi üzerine kaynana damat ikilisi Okmeydanı Hastanesi önünden bir taksi ile Çağlayan sapağında, Şişli Cami duvarı dibinde kalkanlarını çatmış uyuyan polisler dışında kimselere rastlanmayan sokaklardan geçip Fulya’ya inerler. Oralarda bile, “abla”nın "eskiden buluşmalarda insanlar birbirlerini tanımak için yakalarına kırmızı karanfil takarlardı, limona mı dönmüşler" diye dalga geçtiği, ellerde limon bir takım gruplaşmalar, koşuşmalar olmuş. Biber gazına karşı önlem olarak limon taşıyor olabilirler şeklinde fikir yürütürken, cildiyeci arkadaşı birkaç yıl önce cilde yakın sinir uçlarını etkilediğinden çok acı veren biber gazıyla yüzü hırpalanmış bir hastayı bu konuda internette bir araştırma yaparak tedavi edişini anlatır: Demesine göre böylesi riskli günlerde, yüzü-cildi yağlı kremle iyice sıvayıp sokağa çıkmak akşam dönüşte de alkolle silmek gerekirmiş...

El yapımı çikolatalarını koyabileceği kutu bilgisi vermek üzere Ortaköy’deki evine gittiği arkadaşı “abla”ya, internette
www.ekokiler.com adıyla bir şirket kurup ekolojik ürünler satışına başladığını, "abla"nın daha önce test edip pek beğendiği el yapımı çikolatalarını da aynı adreste tanıttığını anlatır. Önce "abla"nın anlatarak uyguladığı kutu bilgisini cep telefonuyla kaydeden arkadaşı ile daha sonra birlikte tekrarlayarak pekiştirirler.

Kızının, leğenle servis edilen salatası güzel! vaadiyle Teşvikiye civarında girdikleri bir mekanda “abla” kızının böyle yazıldığını söylediği tiky ortam deneyimi yaşar: Sol kulaklarında istisnasız taşlı küpeler olan tüm oğlanların karşısında, yine istisnasız, “abla”nın bir gün önce anlam veremediği ama olumlu referans üzerine bakkaldan aldığı turfanda karpuz kadar tuhaf görünen temmuz yanığı kızlar oturmakta... “Abla”nın, bir ihtimal kuşağının da garibine giden kızların, karşılarında biriyle otururken cep telefonlarıyla bir başkasıyla uzuuun uzun sohbet etmeleri!

Arada bir koşu kız kardeşiyle Mevlâna Celâleddin-i Rumi: Aşkın Dansı’nı da gören “abla” hayal kırıklığına uğrar. Yönetmen: Kürşat Kızbaz Canlandırma: Sinan Tuzcu, Özcan Deniz, Burak Sergen, Turan Özdemir... Seslendirmede Yıldız Kenter, akademik görüş bildiren birkaç kadın ve filmin başında annesi dışında kadın yok! “Abla” üşenmez araştırır:
http://ansiklopedi.turkcebilgi.com/Mevlana_Muhammed_Celaleddin-i_Rumi
“...1222 yılında Karaman'a gelen Sultânü'l-Ulemâ ve ailesi burada 7 yıl kalmışlardır. Mevlâna 1225 yılında Şerefeddin Lala'nın kızı Gevher Hatun ile Karaman'da evlenmiş bu evlilikten Mevlâna'nın Sultan Veled ve Alâeddin Çelebi adlı iki oğlu olmuştur. Yıllar sonra Gevher Hatun'u kaybeden Mevlâna bir çocuklu dul olan Kerrâ Hatun ile ikinci evliliğini yapmıştır. Mevlâna'nın bu evlilikten de Muzaffereddin ve Emir Âlim Çelebi adlı iki oğlu ile Melike Hatun adlı bir kızı dünyaya geldi...”

Özenle çekilen, maddi manevi destekli filmde, dört oğul bir kız çocuk sahibi Mevlâna’nın yaşamının bu yanından hiiiiç söz edilmez, Şems-i Tebrizi’ye olan sevgisi ise altı çizile süslene, yana yakıla anlatılır da anlatılır: Sonuçta, 26 bin beyitten oluşan Mesnevi’yi okumakla, Mevlevi, semazen olmakla ulaşılacağı şüpheli Tanrı Sevgisi teması tekrarından kafası karışık izleyici, “abla”nın bir başka boyuttan olduğunu düşündüğü garip görünüşlü Şems-i Tebrizi ile Mevlana’nın çoğu kişinin bıyık altı tebessümle yanaştığı ilişkisini nasıl anlamlandırabileceğini bilmeksizin sinemadan çıkar!

Evde devam eden DVD gösterimlerinde “abla”nın en beğendiği filmlerden biri; Children of Men (Son Umut) yönetmen Alfonso Cuaron. "2027, Londra, ölen 18 yaşındaki son çocuk..." haberiyle başlayan bilimkurgu türündeki filmin Clive Owen, Julianne Moore, Michael Caine’li zengin kadrosu, son doğumdan bu yana geçen kaotik zamanı, terörden korunması gereken hamile bir zenci kadını konu alır, işlenişi, öngörüsünün isabetliliği, kadrajları ile muhteşem! değerlendirmesini hak eder.

Bir diğeri, Daniel Sanchez Arevalo yönetiminde, geçen festivallerde gösterilmiş bol ödüllü Dark Blue Almost Black (koyulacisiyahayakın), sınıf kavramı, kompleksler, eşcinsellik ve elbette! önyargılar üzerine pek güzel bir film!

İstanbul’dan ayrılmadan yapılan son büyük buluşma “abla”nın 20 yıllık arkadaşı, Puffy’nin kocası, evin babasının, "etrafta askerlerin artması bir askeri darbenin değil bizim eve yaklaştığınızın belirtisidir" diye yolladığı ayrıntılı-şakalı adres maili sayesinde kolayca ulaşılan yazar Puffy, son buluşmalarından bu yana bir baş boyu daha büyümüş kızları, kızışma döneminde olduğundan poposu havada dolaşan, evin akla zarar güzellikteki kedisi Puffy ile gerçekleştirilir. Mutfağıyla haklı ün sahibi yazar Puffy muhteşem bir sofra donatırken yerde kıvranmakta olan kedi Puffy’nin kendisiyle aynı boyuttaki güzelim kuyruğunun üst kısmına masaj yapan “abla”, okuru, hayranı, tarih okumayı seven Lütfiye Hanım tarafından "sigara içme konusunda" yüreklendirilir. Özlemlerin giderildiği güzel günün bitiminde Puffy’nin kocasının geç, “abla”nın erken doğum günü kırmızı şarapla kutlanır.

Ertesi sabah, 07:00, bir gece önce öpüşüp vedalaştığı çocukları uyandırmamak için sessizce çıkan “abla” taksiyle Mecidiyeköy’e ulaşır, servis aracında uyuklayan yorgun şoförü uyandırır, 07:50’de Alibeyköy’den, yazlıklarını açmak üzere yollara dökülmüş yaşlı hanım ve beylerle dolu otobüsle, çok özlediği evine doğru yola çıkar.

Etiketler: , , , , , , , , ,

Konsomasyon Taburesi 154

Kızının "eee, festival bitti, şimdi ne yapacaksın?" sorusunu "bunalıma gireceğim!" diye yanıtlayan “abla” festival kataloğunu açar, kız kardeşinin verdiği biri yeşil diğeri pembe iki flomaster ile festival boyunca gördüğü filmleri yeşille, önceden gördüklerini pembe ile işaretler. Genelde memnun kaldığı festivalin, reklam filmlerini kayda değer bulmaz; yaratıcısının adını taşıyan markanın canlandırmayla anlatıldığı akılda kalıcı bir spor ürün markası, fena sayılmaz denebilecek diyet ürün reklamı, sürücülerin zarar görmediğini öne süren ama izleyicinin film boyu tokuşup dağılan arabalar dışında sağlam/hasarlı hiç sürücü görmediği arabalarımız sağlam! iddiasında bir reklam filmi, yeni modellerin sizi çok özel yaptığı, bunu anlatırken çevrede kırıp dökmedik bir şey bırakmayan bir adamın başrolünde olduğu bir başka araba reklamı, sıradan bir gözlük, sigorta... reklamları.
Festival sponsoru Akbank’ın “...destekliyoruz” temalı reklam filminin “...zamandan çaldığınız” kısmındaki çalmak sözcüğüne takılan “abla” için sinema, kayıp/ziyan edilen değil, tersine değerlendirilmiş zamandır: Kamera Dünyanın dört bir yanında yöneldiği insanı, hikâyesini aktarırken “abla”ya kendisini anlatır, sinema koltuğu “abla”nın oturduğu, gözlediği, gördüğü üzerine düşündüğü, kendini öğrendiği Konsomasyon Taburesidir!
Arkadaşlarını görmek, olağan Tahtakale ziyaretini yapmak, ufak tefek bürokratik işlemler için zamanı kalmadığını gören “abla”, yazlıkta kendi evinde birkaç gün geçirip denize bile girmiş arkadaşının bembeyaz top top çiçek açmış haberini getirdiği akasyalı evine dönme işini bir hafta daha erteler. Kız kardeşinin arkadaşları ile Nevizade’de, “abla”nın, sahibinin Gökçeada’da tanıştıkları Dibek Kahvesi ile meşhur, müteveffa madamın erkek kardeşi olduğunu öğrendiği İmroz’da buluşurlar. Çıkışta Balıkpazarı’nın Cadde’ye kavuştuğu köşede niyetçiye takılırlar; adam, ikisi yetişkin biri bebek tavşanlarını severken bebeği “abla”nın başına koyar, bu güzelim poz cep telefonlarınca derhal kaydedilir. Ebeveyn tavşanlardan birinin “abla”nın niyetine çektiği kağıtta yazanlar: "Dindar, çalışkan, idealist, ülkücü bir yapıya sahipsiniz. Yoksulların, acı çekenlerin haklarını koruyacak bir dünya istiyorsunuz. Tüm gücünü kötülüklere son verecek işlerde kullanıyor ve genellikle başarıyorsunuz." Ego'su Sebastian’ın taa ciğerine seslenen bu caanım sözler nasıl reddedilebilir? Çekilen diğer niyetlerin de içeriği genel olarak onaylanır, kız kardeşler, arkadaşlarınca paylaşılıp evlere bırakılır.
İzleyen bir kaç gün, “abla”nın dünürlerinin ziyaret haberi üzerine kız, kuzen, damat üçlüsünün yaşadığı; bornoz, iri boyda bir tencere gibi şeylerin kaybolduğu bir çeşit Bermuda Şeytan Üçgeni’ne dönüşmüş evin elden geçirilmesine ayrılır.
Hava muhalefeti yüzünden eve tıkıldıkları gün içinde misafirlerle, şempanzeler üzerine bir belgesel izlenirken, siyah beyaz eski bölüm “abla”nın dikkatini çeker. Biri, elinde dolu bir süt şişesi tutan tellerle üretilmiş anne maketi, diğeri süt şişesi taşımayıp tellerin üzeri yumuşak kumaşla kaplanmış bir başka bir anne maketi: Yavru şempanzeler acıktıklarında gidip süt içerler ve geride kalan zamanlarının tamamını yumuşak kumaş kaplı maketin kucağında geçirirler! Muhteşem! Dokunmanın önemi üzerine inanılması zor, etkileyici bir gözlem! “Abla”nın, Irvin D. Yalom’un Nietzsche Ağladığında ve Divan kitaplarında okuyup, terapistinin onu ille de omzuna dokunarak uğurlayışında test ettiği dokunulmak, bazı ruhsal hastaların dokunulmaya tepkileri, dokunulmanın taciz başlangıçı olabileceği kaygısıyla bir diğerine dokunmayan –örn. Amerikan- toplumların arızalı duygusal yaşamları, bizim sıkı sıkı sarılmaya yatkın, sevecen ve çoook daha dengeli duygusal toplumumuz... bir çok gözleminin yerli yerine oturduğu, bütünleşen bir manzara oluşturur. "Bu çok önemli" diye düşünür "abla" dokunulmak; bu anda, burada! olduğumuzun yaşamsal kanıtıdır ona göre...
Misafirlerini uğurlayıp arkadaşlarıyla ikili, üçlü buluşmalar yapan, gideceği güne dek zamanını bu amaçla dolduran “abla” akşam saati eve dönüp taşra saatiyle yatmaya gitmeye kalkıştığında kız tarafından durdurulur. Salonda mini bir Sinematek oluşturmuş kızı, bilinçli seçimle büyütmeye başladığı film arşivinden bir kaç film seçip önüne kor ve bunları izlemesi gerektiğini, beğeneceğini söyler: Armut dibine düşer diyen “abla”, David Cronenberg'in Örümcek'ini, Joe Wright'ın yürek ezen Kefaret'ini, festivalde Düşüş ile izlediği Tarsem Singh’in bayıldığı ilk filmi Hücre’yi (bir kez daha), Gavin Hood’un yönettiği vizyon filmi J. Gyllenhaal, R. Witherspoon, Meryl Streep’li Yargısız İnfaz’ı izler, bu sonuncudan çok etkilenir. 11 Eylül korkusuyla hukuku bypass eden Amerikalıların bir Müslümana önyargılı, işkenceli yaklaşımları ile başka bir Müslüman intihar bombacısının son günlerinin içiçe geçmiş anlatımını pek beğenir “abla”...
Arada Cadde’ye de gider ana-kız; festivalden vizyona düşen bir Kanada filmi, Denys Arcand’ın, beğendikleri Amerikan İmparatorluğu’nun Çöküşü ve Barbarların İstilâsı üçlemesinin sonuncusu, bir komedi: Karanlığın Gölgesinde... Modern toplumun konforu sağlanmış, iletişimsiz, mutsuz, maddi tatminlerle yaşayan üyelerinden biri; Feng Shui’ye göre düzenlenen, gülme kursları aldıkları Belediye’de şikâyetleri dinler, binaların 1.5 km yakınında sigara içme yasağı yüzünden gizlice sigara içer, zenci iş arkadaşına zenci dediği için özür dilemesi beklenir. 1.5 yıldır sevişmediği taşrada emlâk satışında 3. sıradaki, sürekli telefonda karısı, Walkman’lerle dışarıya kapalı, TV oyunlarına gömülü kızları arasında yaşamanın anlamsızlığının farkına varan aile babası, haftada bir ziyaret ettiği, kendisini tanımayan annesinin ölümü üzerine “abla” gibi inzivayı seçer; deniz kenarına babasından kalan eve göçer. Komşularından, hiç konuşmayıp balık avlayan çok yaşlı bir adamın eşi ve diğer komşularla bahçe işi yaparlar... Film adamın kovalar dolusu elmayı reçel yapılmak üzere soyduğu bir sahneyle sona erer. “Abla”nın insanın yiyeceğini üretmek üzere doğanın döngüsüne katılmasının ruhsal sağlığa olumlu etkisi saptamasına katılan kızı da annesi gibi filmi beğenir.
Alkazar Sineması girişindeki afişlere göre; festivalden geçen, Lütfen Başa Sarın, Boleyn Kızı, Karanlığın Gölgesinde oynamakta, İşte Özgür Dünya, Ben X, Karamel, Kırmızı Balonun Yolculuğu sırada... Caddede, Alkazar Salonları dışında bir de Beyoğlu Sineması izlenmeye değer filmler göstererek hayâl kırıklığına yol açmayacak bir program izlemekte...


Konsomasyon Taburesi 154’e ek:
Uluslararası Bestseller, 2014 Pen-Faulkner Ödülü, 2014 California Edebiyat Ödülü, 2014 Man Booker Finalisti, Aylak Kitap 2015 yayını, Hepimiz Tamamen Kendimizi Kaybettik adlı kitabında Karen Joy Fowler, -bazılarımızın bildiği halde içi kaldırmadığından, çoğumuz da bilmediğinden topluca bilmezden gelinen- çok özel yaşam deneyiminden süzüleni, açık yüreklilikle anlatır.
Sayfa 212’den: “…Ama kimse Harry Harlow’un adını bir bebeğe vermeyecekti. Rhesus maymunu bebeklerini annelerinden ayırmış, onlara cansız anneler vermişti, havlu kumaştan ya da telden anneler. Amacı, başka seçenek olmadığında, bebeklerin hangisini tercih edeceğini görmekti. Bilinçli olarak kışkırtıcı bir söylemle, sevgiyi araştırdığını iddia etmişti.
Zavallı bebekler sahte, aldırışsız annelerine sarılıp durmuş ve sonunda hepsi psikoza yakalanmış ya da ölmüşlerdi. “Onlar hakkında ne öğrendiğini sandığını bilmiyorum,” dedi Lowell. “Ama kısa, hüzünlü, küçük yaşamlarında, onlar Dr. Harlow hakkında çok şey öğrendi, orası kesin…”

Etiketler: , , , , , , ,

Konsomasyon Taburesi 137-153

Konsomasyon Taburesi 137-153, "abla"nın 27. Uluslararası İstanbul Film Festivali izlenimlerini anlatır sinema yazılarından oluşmaktadır. Meraklısı, senbilirsinablasinefil diye arayarak Senbilirsinabla Sinema'da isimli blog'una ulaşabilir ya da sinemablog'da aynı yazıları okuyabilirler.

27 Mart 2009 Cuma

Konsomasyon Taburesi 136

"Babamların ve benim jenerasyonumun büyük ihmâli oldu, biz doğuyu çok ihmâl ettik; Kürt meselesi bir yana, dinciler Atatürk’ün tekkeleri kapatmasından sonra yok olmadılar ki, pusudaydılar, fırsat kolladılar yıllarca… Bir babamların bir bizim jenerasyonun ihmâli yüzünden bu hâle geldi işler…" “Abla”, pazara giderken sohbet etmekten çok hoşlandığı hanımın içtenlikli sözlerini, bir yetişkinden ilk kez böylesi yürekli bir itiraf duymaktan şaşkın, can kulağıyla dinlemekte! "Ben ilk oyumu 1950’de verdim ve tabii Demokrat Parti’ye, Adnan Menderes bir beyefendi, son derece zarif, Celâl Bayar’ı hiç sevmezdim, sonra bir yanlış oy daha verdim, kadındır diye Tansu Çiller’e… Ne bileceksin… Ama doğuyu gerçekten çok ihmâl ettik… Evlendik Ankara’ya gideceğiz, büyükannem yün fanilalar, donlar almış, iki gözü iki çeşme… Yapmayın diyorum, sonuçta başkente gidiyoruz. O yıllarda hiç birimiz İstanbul dışına çıkmıyoruz ki, ağlamadan gidilen tek yer İzmir’di o kadar!.."

Burhaniye’de anıtın karşısındaki ısı ölçer 28 dereceyi göstermekte, 24 Mart, saat 8:45! Kız kardeşinden biletlerin tümünü bulup aldığı müjdesini alan “abla” Nisan ayını Cadde’de o sinema senin burası benim! koşuşturarak geçireceğinden, sıkı çalışıp sipariş kutularla doldurduğu koca bir koliyi kargoya vermek üzere bir arka sokağa geçer.

9:30 servisine binip dönebilmek için yaptığı hassas plân uyarınca telefonla ayırttığı biletini almak üzere hızla yazıhaneye dalar, "seni Rahat’la yollayayım bak, çok rahat!" diye şaka yapan emekli öğretmenden biletini alırken yazıhanedeki yaşlı amcanın "sen niye gidiyorsun İstanbul’a?" sorusunu, hiçbir anlam ifade etmeyeceğini bile bile -çocuklarımı özledim falan desen ya! diyen Sebastian’a hiç prim vermeden- "film festivali var amca, film seyretmeye gidiyorum" diye yanıtlar.

Meydanı koşar adım geçer, pastaneden "ne güzel kokuyor, şuracıkta yesem mi?" deyip satıcıyı güldürdüğü taze mısır ekmeğini alır, ardından avlanma içgüdüleri tamamen körelmesin deyip aldığı, kedilerin pek de bayılmadıkları en ucuz kuru kedi mamasından 4 kilo alıp tekerlekli arabanın en dibine yerleştirmek üzere av malzemeleri satan dükkâna girer, bilgisayardan bangır bangır türünü saptayamadığı bir müzik dinleyen kızlara iyi haftalar diye bağırıp fırlar, zeytinyağı almaya uğrar, yeni sıkılmış yeşilimsi zeytin lezzetli yağdan bir teneke alıp en dibe, kedi maması yanına yerleştirir pazara yollanır.

"Çok pahalandı çooook" diyen yaşlı limoncudan haftalık limonunu alan “abla”nın gözü saatinde, 9:10, son 20 dakika! Bir önceki hafta hindiba aldığı köylüyü bulur, sorar, ağıııır hareketlerle naylon çuvalı yere serdiği örtü üzerine döken amca "bak bakalım" der, "kadınlar toplamışlar, ben de bilmiyorum, koymuşlar mı?" Yere çömelen “abla”yla beraber toplanmış karışık otlar arasından üç bağ hindiba bulup ayırırlar, 1,5 YTL için utanarak 20 YTL uzatan “abla”nın kusura bakma!sına bitişik tezgâhtan, ıspanakçıdan yanıt gelir, "bulur o bulur, ne kirli çıkıdır oooooo! Sigara da içmez kor bir yana, para çooook onda…" karışık otçunun mal varlığı dökümünün uzayacağını sezen “abla” hırıltılı sesiyle listeyi kabartmakta kararlı ıspanakçının hızını "fena mı, sen de içmesen ya!" diyerek keser; ağzı düğümlü bir naylon torba içindeki metal paralar arasından parasının üstünü avucuna sayan karışık otçuya hayırlı pazarlar dileyip ayrılmadan, hafta boyu biriktirdiği, köylülerin sevinçle karşıladığı temiz alışveriş torbalarından bir tomar bırakır.

Üç ayrı boy ve fiyattaki portakallara bakar, portakalcının "hepsi tatlı abla çok güzel!" çağrısını, orta boydakileri işaret ederek "amaaaaan, evlenmeyeceğiz ya, ver şundan dört kilo..." diyerek karşılar, nedense "estağfurullah!" yanıtı aldığı portakalcının yanı başından taze soğan, maydanoz alışverişine geçer, üşenmeyip tezgâhın ardından dolanıp “abla”nın yanına gelen köylü elindeki demeti torbasına sıkıştırırken, "tere al" der sesini alçaltarak "idrar yollarına çok iyi, hiçbir şeyle karıştırmadan az limon sık, baharlıdır, atma sakın, idrar söktürür…"

Burhaniye pazarında bir ilk, tropik meyveler tezgâhı: Dünürünün tamamen organik olduğunu garantilediği dut pekmeziyle yemek üzere iki avokado, bir kilo da kivi alan “abla”, nasıl ayıklayacağını bilmediği ananasa ve henüz hiç de güven telkin etmeyen çileğe göz atar, çıkışa yönelir.

Yere oturmuş cıvıldaşan köylü kadınlardan oluşmuş pazar dışında pazardan geçerken yumurta aldığı kadının sattığı tüylü ota gözü takılan “abla” sorar, "kaymacık deriz biz ona" diye yanıtlar kadın, "az haşlayacaksın, soğanı kavurup, bunu da at içine, suyundan da kat, üzerine kır iki yumurta, haftaya gelip var mı? diye sorarsın artık!" Koca torba dolusu otu gösterip "bak böyle 1 YTL!"

9:25, son 5 dakika! Süratle yekinip garaja varan “abla”nın arabasını arkaya yerleştiren Halil Ağabey sorar "gelirken senin oturduğun koltuğun altında tek siyah çorap buldum, senin mi Fatoş Hanım?"; “abla” "Güvercin Koyu’nda inen kadından düşmüş olmalı" diye fikir yürütürken Halil Ağabey "kalan da bi işe yaramaz ki" dediği tek çorabı dürüp temizliğe giden kadına sormak üzere torpido gözüne koyar. Öne, yanına oturup barbunya aldığını söyleyen yaşlı beyle, ziraat barbununun daha iri taneli açık sarı görünüşü, lezzetinin bildiğimiz ebrulî barbunyaya üstünlüğü konulu bir sohbet tutturup dönüş yoluna koyulurlar.

Etiketler: , , ,

Konsomasyon Taburesi 135

Zamanı geldiğinde ev kedileri kısırlaştırılan, sokakla bağlantılı yarı zamanlı ev kedileri ise gönül işlerini gözlerden uzak hâllettiklerinden, “abla”nın ilk kez üzüntü ve kaygıyla tanık olduğu Çomar’ın ön kızışma, kızışma, çiftleşme ve sakinleşme süreci toplam 4 gün sürer. Bâkire kalayım yiğidin iyisine saklayayım gibi dertleri olmadığından, Çomar, hormonlarından aldığı sinyali, dakikasında kuş cıvıltısı, kedi mırıltısı arası bir ses tutturarak cinsel çağrı sinyaline dönüştürüp verandada düne kadar kardeş kardeş oturdukları ağabeylerine talebini duyurur.

İlk günkü kadrodan Zorro Jr. çıkmış, oyuna, beyazı bol Koçerooğlu girmiş; genelde “abla”dan uzak duran ama çiftleşme günleri boyunca, mahallede peşine düştüğü kızın ana babasını bile takmayan bıçkın delikanlıya dönüşen vahşi ŞaşıTekir’le sahada! Arada sırada beyninden aldığı kuyruğu dibine ulaşmayan sinyal uyarınca kısır TuhafTekir ise sonuca ulaşamayan ataklarını sürdürmekte, bir de Çomar’ın canı yanıp bağırdığında, buna neden olanı pençelemekte!

Bedseslikız artık açık biçimde anlaşıldığı gibi aseksüel ya da “abla”nın erkek kediler arasında tanık olmuşluğu vardır ama dişi kedileri bilmez, belki demekle yetinir eşcinsel! Bu hercümerç içinde bedeni gerekli endama kavuşmamış olduğundan Çomar ancak iki tam günlük mücadele sonucu sakinleşir; kızgın kızgın hırlamayı bırakıp, kendisini sevmek üzere kucağına alan “abla”yı ısırmasından anlaşıldığı kadarıyla normale döner. Kulağının arkasında bir yara, burnu ve çenesi altında birkaç pençe izi, bu küçük kedinin süreci yine de ucuz atlattığını düşündürse de asıl sorun, iki ay 10 günlük sürede kaç bebek tutup yavrulayabileceği, sonrasında da bakıp bakamayacağı…

Verandanın rüzgâr almayan köşesine tezgâhını kuran “abla”, mutfak penceresinden uzatarak aldığı elektrikle silikon tabancasını ısıtır, cam gazeteliği önüne çeker, elyaf yastık torbasını Çomar’ın fark etmeyeceğini sandığı/umduğu köşeye saklar, müşterisinin sapları kopuyor haberini verdiği kapakları kontrol edip, gerekirse yeniden yapmak üzere çalışmaya başlar. Ayak ucunda, esintinin kokusunu burnuna taşıyacağı bir noktaya koyduğu vazo dolusu frezya!

Önceki yıllarda “abla”ya komşuluk eden bir hanımla bey, karı kocadan çok beraber zaman geçirmekten zevk alan yakın iki arkadaş, -ki bu “abla”nın bir beraberlikte en çok önem verdiği şeydir, yakın arkadaşından başın sıkıştığında seks için yardım isteyebilirsin ama bir kocadan, doğasında/eğitiminde/içinde yoksa arkadaşlık, yarenlik isteyemezsin, elinden gelmez, oysa seks kısa dostluk uzun… diye düşünür- fidanlığa giderken çalıştığını görüp dururlar. Bey, “abla”nın evinde bir muadili olmadığından olsa gerek arabada kalır, hanım bir koşu gelir, merdivenlerde uzun uzun sarılırlar, ayaküstü, kışı nasıl geçirdiklerini, tek oğlunun Ankara’da Konservatuar Tiyatro Bölümü’ne girdiğini, ona bir bekâr evi yapıp babasıyla buraya karşıdaki sitelerden birine yerleştiklerini anlatır, bir dahaki sefere seni alıp götüreceğiz diyerek ayrılır.

İşinin başına dönen “abla” daldığı çalışmadan kulağına değen mırıltılarla halâ mı? diyerek başını kaldırır, tanık olduğu manzara: Çomar sırtüstü TuhafTekir’in ön ayakları arasında uzanmış, kısır erkek kedi boynunu, yüzünü özene bezene yalamakta! Ama ne şefkat! İlişkilerde karşı cinsin şefkati tadabilmesi için ille de testosteron üreten keseciklerin kesilip içlerinin boşaltılması mı gerekiyor? diye hüzünlenen “abla” kısırlaştırmaya götürdüğü veterinerin, Lucky’nin kuyruğunu kaldırıp incecik çizip açtığı keseciklerinin içlerini boşaltığı sırada, baygın Lucky’nin nedense açık gözlerine bakıp özür dilerim Lucky’ciğim diye sessizce ağladığını hatırlar.

Havada bahar, burnu dibinde frezya kokuları, gözü önünde mutlu, çok şükür! sağlıklı kedileri, yapacak işi var, karnı tok, sırtı pek “abla”nın içindeki kinin lezzetli yeşilimsi sarı özlem renkli acının anlamı ne?

Yeni bir heyecana ihtiyacı var: Bilgisayarı başına geçer, 27. Uluslararası İstanbul Film Festivali programı açıklanmış, bu güzel! Telefonla ikide bir "ne zaman geleceksin anne?" diye taciz edip duran kızına "3 Nisan'da yola çıkıp, akşam orada olmayı planlıyorum..." diyen bir mail atar, programı taramaya başlar; Akbank Galaları’ndan Sibirya Ekspresi, Duygusal Hesaplar, Yitirdiğimiz Şeyler, I’m not There, Savage Ailesi, Into the Wild, Uluslararası Yarışma Bölümü’nden Ben X, Lütfen Başa Sarın, Yumurta, beğendiği Baltasar Kormakur’dan Bataklık, Umut, Kadın Gibi Geçti, Honeydripper, bayıldığı Lars Von Trier’in öğrenciliğini anlatan Okul Yıllarım, Yarışma Dışı Takeshi Kitano’nun yine bir şeylerle dalga geçtiği Yaşasın Yönetmen, Sinemada İnsan Hakları Bölümü’nden İsrailli Amos Gitai’den Çözülme, Talih Yolları, Türk Sineması Ulusal Yarışma Bölümü’nden çok beğendiği ödüllü filmi 9’un yönetmeni Ümit Ünal’dan Ara, Yarışma Dışı Münferit Yıllara Meydan Okuyanlar Bölümü’nden caaanım Carlos Saura'dan Fadolar Dünya Festivalleri’nden Uçuş Dersleri, Amerikalı yazar Paul Auster’in ilk yönetmenliği Martin Frost’un İç Dünyası, İkinci Nefes, Dr. Plonk, Oyuncak Ayı, Kırmızı Balonun Yolculuğu, Paris, 9.90 YTL, Ken Loach’dan İşte Özgür Dünya, Dağların Hakimi, unutamadığı Yağmurdan Önce’nin yönetmeni
Milcho Manchevski’den Gölgeler, 12, Barcelona (Bir Harita), Volker Schlöndorff’tan Ulzhan, Kara Toprakların Kızı, Her şey Reyting İçin, Düşünme, Genç Ustalar Bölümü’nden Denizanası, Amerikan Bağımsızları Bölümü’nden Darjeeling Limited, Kızkardeşim Evleniyor, Define, Striptiz Hikâyeleri, Son Yolculuk Mayınlı Bölge’den Kaçış, Düşüş, Kadının Adı Var Bölümü’nden Uyanış, Matahariler, Kaotik Ana Kafkaslar’dan Akdeniz’e Rüzgâr Adam, Marc Caro: Hayallerde Kaybolmak Dante 01, Anılarına… Ingmar Bergman Kurdun Saati, Edward Yang Bir, İki… Daha önce izlediği filmlerinden hoşlanmadığı Greenaway ve Reygadas’tan ise itina ile uzak durur.

Hafta içi ilk üç seansı 3.5YTL’den izlemek “abla”nın sınırlı bütçesi için muhteşem bir şeydir; seçimini buna göre yapar, önce hafta içi günlerin aynı saate gelen filmlerinin konularını okur, eler, en sonra 19:00 pahalı seansa ille de görmek istediklerini koyar. 21:00 ve ötesine film koymaz, uykusu gelir.

Güzeeeeeel bir liste yapar, bu macerayı birlikte yaşayacakları küçük kız kardeşine maille yollar.

16:55! Neredeyse yarım gün bilgisayar başında oturmaktan huzursuz “abla” mutsuz bedenini çalıştırmak üzere, gün batımını en iyi izleyebildiği noktalardan biri Küçük Güvercin Koyu marina dibindeki kayalıklara gitmek üzere hazırlanır, evi kapatır, çıkar.

Etiketler: , ,

Konsomasyon Taburesi 134

Eyvaaaah ki eyvah! Çomar’ın hâli hâl değil! Verandaya taşıyıp bakınma/kitap okuma/uyuklama sezonunu açtığı, Ayvalık tarafından gelip Madra Dağları bırakırsa yağmur da getiren değişik kademelerde beyazın tonlarını yaratan bulutlara bakmak niyetiyle uzandığı şezlongta ayakucunda Tuhaf Tekir, diyafram civarında da Çomar’la beraber yeni bir Bremen Mızıkacıları kompozisyonu yaratan “abla” huzursuz! Çomar’ın ince dişlerinden korunmak niyetiyle ellerini rüzgârlığının uzun yenleri içine saklamış, esintiyle daldığı tavşan uykusundan, Tuhaf Tekir’i pençeleyen Çomar’ın hırçın hırlamasıyla uyanır. Her zamankinden farklı hırlaması, dönüp dönüp poposunu yalaması, arada inip verandaya gelip giden kedilerle uzun uzuuuun koklaşması, hayra alâmet değil! Yoksa erken ergenleşti de kızışma dönemine mi girdi? Eyvah! Ya bu arada, kaşla göz arası yavru aldıysa? “Abla” allak bullak! Bebeklikten çocukluğa oradan ergenliğe atlayan, kendini, "o daha küçücük bir çocuk" dediği kızının telli duvaklı hâline bakıp salya sümük ağlarken bulan ebeveynin karışık duyguları içinde bocalamakta!

Ertesi sabah çamaşır sermek için verandayı yıkayan “abla” Çomar’ın yatak takımlarını güneşlenip havalansın deyip parmaklıklara sererken arasından düşen incecik iki pençe birkaç tane de tüy bir gece önceki tıkırtıların nedenini açıklar: Haspa kuş avlamış! Bu açıdan bakıldığında “abla” kucağına aldığında poposunu havaya diken, senbilirsinabla bu derdin de dermanını bilir sanan Çomar, yavrularını besleyebilecek cabbarlıkta bir avcı kedi; eh o zaman icâzet de verildiğine göre bebekleri de olabilir! gibi görünüyorsa da henüz ufak bedeni iki ay hamileliğe, bebek taşımaya dayanır mı, o şüpheli…

KutuMutu döneminde mutlu mutlu çalıştıkları günlerden birinde, kuzeninin eşinin Ankara’dan kızını ziyarete gelen gerçek bir kedisever annesi, tecavüze uğrayan küçük kız kedi meselesi üzerine konuşurlarken “abla”ya hârika gelen bir çözümden söz eder; "ben" der "bakıyorum arka bahçede küçükleri sıkıştırıyor büyük erkek kediler, mama vermeye aşağı indiğimde alıyorum kullanmadığım parfümlerimden birini bebeklerin arkalarına sıkıyorum! O zaman erkek kediler dişi kedi kokusunu tanımıyorlar…"

Muhteşem fikir! Bu konuşmayı hatırlamasıyla banyoya dalması bir olur “abla”nın… Promosyon olarak verilen ve genellikle de beğenilmediğinden kalan küçük şişelerden birini kapıp verandaya fırlar! O ne!??? Tuhaf Tekir altına aldığı Çomar’ın başını kulaklarını yalamakta! İyi de, Tuhaf Tekir kısırlaştırılmış bir erkek kedi! Eylemi o kadarla kalır, belli ki Çomar’ın acıklı/isterik mırıltılarına dayanamamış kendince/elinden geldiğince teselli etmekte… Verandaya çıkar “abla”, yerlerde kıvranırken aman bana bir çare edasıyla ayakları arasına dalıp paçasına tırmanan Çomar’ı yakalar, arka bacakları arasına, karnına, az poposuna değecek kadar birkaç fıs fıs sıkıp bir iyi sıvazlayıp güzel kokuyu yayar.

Rüzgârın uçurmayacağı kuytu köşelerden birine biraz mama koyan “abla”, önceden denenmişliği olmasa hayatta kalkışamayacağı operasyonun başarıyla sonuçlanması, Çomar’ın bir sonraki çiftleşme dönemine kadar yavru almaması için dualar edeee ede içeri girer.

Etiketler:

Konsomasyon Taburesi 133

“Abla” birkaç gündür esmekte olan lodosun sersemlettiği kedi ekibine günün son tayınını vermek üzere verandaya çıkar. İltifatlara beden diliyle ve hatta bizzat diliyle kes tatavayı, mama ver! anlamına yalanarak karşılık veren Yüzükara, Tuhaf Tekir, ve Bedseslikız’ı peşine takar, merdivenleri iner, iki bardak mamayı yere döker, Küçük yok! Rüzgâr almasın diye ağzını duvara çevirdiği çöp kutusundan mâmûl kedi evine yoklamak niyetiyle soktuğu eli, incecik tırnaklarla kavranır, küçük çene tarafından da neşeyle ısırılır. İki haftadır ısırma yeteneği ötekilerin önüne geçtiğinden “abla” tarafından Çomar diye de çağrılmaya başlanan Küçük’ün yeni yeteneklerinden bir diğeri verandanın bir kenarını oluşturan saksılığa, rahmetli Ayşe Hanım’ın ektiği sardunyanın dibine kaka etmek! Bu konudaki uyarılara kulak asmayan Çomar/Küçük suçüstü yakalandığında bir koşu, arasına çikolata folyosundan küçük bir top, fosforlu kırmızı renkli çamaşır mandalı, komşunun limon ağacından bir iki yaprak gibi oyuncaklarını sakladığı yatak takımı her gün havalandırılıp güneşe serilen evine saklanır.

Yağmur yüklü görünen yağmursuz havanın ağırlığı omuzlarında “abla” bahçede elyaf yastık işi sona erdiğinden evde, TV açık, paralı kanalda, çığırtkan tonlamalı bir edayla sunulan haber programlarından, reklâmlardan uzak müzik dinler, film izler.


İKİ YENİ BAKIŞ AÇISI: TürkMax’da Ölü Bir Deniz, 1989 tarihli bir Atıf Yılmaz filmi; aşkın bedensel mutluluklarını birbirlerinde bulduklarını iddia eden ve her ikisi de evli olduklarından epey kararsızlık sonrası cinselliği ikinci kez yaşadıkları gecenin sabahında yataktan kalkıp yerdeki giysilere, sofra artıklarına bakıp huysuzlanan emekli biyoloji öğretmeni Rutkay Aziz ile bankacı Türkân Şoray kapışırlar! "Pes yahu, daha ikinci gece!" der “abla”, "kadın üzerindeki genetik hizmetçi kodu nasıl bir şey böyle, kaçamak yaparken bile kaçınmanın yolu yok!" İleri yaşlarına karşın, köhnemiş de olsa evliliklerine baş kaldıran, mutluluğu yakalama konusunda kararlı iki insan: Perdede kadın erkek ilişkisinde yeni bir tavır!

Bir başka film: MovieMax’de, Mike Binder’ın yönettiği Şehrin Adamı bir Amerikan filmi. Bir artist ajanını oynayan Ben Affleck’i karısını oynayan Rebecca Romijn, müşterilerinden biriyle aldatır. Karnı tokken bir dilim pasta yeme çocukça arsızlığı yapmış kadın, kocasına onu çok sevdiğini söyleyerek af diler, eve geri dönmeye çalışır. Türk toplumunda yetiş(tiril)miş “abla” bu kadına yargısız bakmakta ne yazık! zorlanır, kendisini kocasına ihanet eden kadının affedilmemesi gerektiğini düşünürken bulur. Bereket koca “abla”ya uymaz, karısının çok üzgün olduğunu görür, o arada sürdürdüğü kendisini tanıma çabasının yardımıyla da aslında çok sevdiği karısını affeder, geri alır! Perdede kadın erkek ilişkisinde yeni bir tavır daha!

İlki 1989 tarihli Türk, ikincisi 2006 tarihli ABD filmi de olsa, aralarında kadına bakış açısından neredeyse yüzyıllık fark olduğunu düşünen “abla” ilişkilerde takılınıp düşülen engellerin başında cinsellik konusunun geldiğinden emindir.

BAKIŞ AÇISINDA CİNSEL EĞİTİMİN YERİ: Şok edici temel bilgiyi “abla” ilkokul son sınıfta kendisinden birkaç yaş büyük bir kızdan alırken, geri kalanı da böyle konuları nasıl konuşacağını bilmeyen ana babasının zengin kitaplığındaki, başını Haydar Dümen’in Cinsel Yaşam kitabının çektiği kitaplardan uzuuuun yıllara yayılacak biçimde edinmeye başlar. Yakınında erkek evlât yetiştirildiğine tanık olmasa da, yaşananlara bakarak “abla”nın bir diğer gözlemine göre toplumun, cinsellik konusunda hatalı ya da hiç eğitilmemiş erkek kısmı, saldım çayıra Mevlâm kayıra denilerek cinselliği yokmuş ve asla da olmayacakmışçasına kaderine terk edilir. Sünnet olmakla erkek olmak arasında paralellik kuran toplumun bîçare erkek çocuk ferdi konuyu kendi cinselliğinden bîhaber ebeveyninden değil (hangisinin daha berbat olduğu konusunda kararsızdır “abla”) sokaktan öğrenir. Zaman içinde AYIP! KÖTÜ! PİS!’lere din baskısıyla bir de GÜNAH!'ı ekleyen erkek ilişkilerde sorumluluk almaz, gariptir, doğum kontrolü bile tamamiyle kadının problemiymiş gibi davranır.

ŞİDDETTE CİNSEL EĞİTİMSİZLİĞİN YERİ: İşin kötüsü kadın zamanla bırakıldığı yerde otlamaktan cayarak hizmetçi/cariye rolünü terk eder; bir de cinselliğine sahip çıkıp taleplerde bulunmasın mı?! Kışkırtılmış erkekliğiyle özgüven özürlü karşı cins için bu kadarı fazladır artık, çileden çıkar, veeee şiddet!

CİNSEL EĞİTİMSİZLİĞİN BİR DİĞER GÖRÜNÜMÜ: Gözlem yapmaya doymayan “abla”nın başka bir gözlemine göre, tuhaftır, erkeklerin bayıldıkları asla elde edemeyeceklerini düşündükleri kadınlar, onlarla beraber olmayı kabul ettiklerinde, neredeyse yataktan çıkar çıkmaz -ayıp, kötü, pis ve günah bir eylemi yaşamalarına neden oldukları için midir nedir- birkaç saat öncesi bir Tanrıça iken aynı kadın rütbeleri sökülüp ucuz fahişe konumuna indirgenir ve eşek muamelesi görür!

CİNSEL EĞİTİMSİZLİĞİN AYNI SAFLARDAKİ BİR DİĞER GÖRÜNÜMÜ: 8 saat yattığı doğum masasında sancısının sıklaşmasını beklerken, bağırmadığı aralarda sohbet tutturduğu iki ebeden biri sorar “abla”ya; "canının bu kadar yanacağını bilseydin kocanla yatar mıydın?" Yaklaşımdaki oh olsun! tınısı, canıyla boğuşuyor olmasa, bayağı canını sıkacak! "Niye kocamla yatmaktan cayayım ki?" der “abla” anlamazdan gelerek "hap kullanırdım!" Hiç aklından çıkmayan, bu kadın kadının kurdudur yaklaşımından esinlenerek, yıllar sonra bir 8 Mart afişi taslağında sivri topuk kısmı ucu yukarı bakar, topuklu ayakkabıyı delip topuğa batar, birkaç damla kan fışkırır biçimde çizer. Nedeni, eski bir efsaneye dayanan amansız rekabet olsa gerek! diye düşünür “abla”; en eski zamanlarda kadın ve erkek, tek bedende dört kollu, dört bacaklı mutlu yaşayıp giderlerken, eski alışkanlıkları üzere yine bir halt karıştırıp kızdırdıkları Tanrılar tarafından ikiye ayrılırlar, denen o ki; o gün bugündür, bulunca kendimizi tam hissedeceğimiz öbür yarımızı arar durur(muş)uz!

CİNSEL EĞİTİMSİZLİĞİN “ABLA” ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ: “Abla” erkekçe kaban-kot-bot giyinerek bedenini, erkekçe hayata bakış açısıyla ruhunu korumaya çalıştığı, doğasına direnip cinselliğinden vazgeçtiği, bir ara "nasıl olsa hiç kullanmıyorum, SATILIK az kullanılmış, doğurgan takım cinsel organ ilanıyla satsam mı?" diye dalga geçtiği 50 yıllık yaşamı sonunda, ara sıra hormonlarının kışkırtması olmasa huzura kavuşmuş sayılabilir… Bilimsel araştırmaların hızına bakılırsa kadının kendi kendine üreyeceği zamanlar zaten çok uzakta değil; bu da geride kalırsa diye düşünür “abla”, kadının karşı cinsten dostluk ve arkadaşlıktan başka ne beklentisi olabilir?

STANDART KONSOMASYON TABURESİ METİN AKIŞINA DÖNÜŞ: Arka taraftan tanıdık bir havlama! Karabaş! “Abla”ya en yakın adanın en ucundaki parselde oturan komşuları gelmişler, evi yaza hazırlama telâşındalar. Denizin aşındırdığı yumuşacık cam parçalarını toplamaya Tilki Koyu’na giderken yerleşme arası molalarına katıldığı komşusu her yıl olduğu gibi sorar, "koca kış korkmuyor musun bir başına?" "Kimse yok ki" der “abla”, "kapıda kontrol var, az ötede Jandarma, kim gelecek de…" Sitenin arazisinin bittiği, “abla”nın mesafe tanımlamasına göre 1.65-1.70m boyundaki bir insanın 1mm göründüğü uzaklıktaki telleri işaret ederek "…oradan gelse, yürüyerek ya da denizden?" diye üsteleyen komşusuna, “abla”nın "o kadar zahmete katlanarak gelen adama eh, hoş geldin, buyur!dan başka ne denir Allahaşkına, eline de yarım bardak rakı verirsin teşekkür bâbında…" cevabına pek gülünür!

Tüm bu gürültü patırtı arasında, yine de, binlerce yıl geride kaldığından yaklaşmakta olduğu belli, erkeklerin bazılarının duyarlılığa, duygulara izin vermeye dayanan kadınlaşmayı seçtikleri artan erkek eşcinselliğinin de vurguladığı Ana Tanrıça dönemi, birken iki, üç, dört… olmayı, çoğalmayı başarabilen kadının çağı, yetişse de yetişmese de “abla” için, yüreğini yeşerten, kıpır kıpır neşeyle dolduran, muhteşem büyüklükte bir sevincin konusudur.

Etiketler: , , , , , , , ,

Konsomasyon Taburesi 132

Görünen o ki, Gemiyatağı’nda cemreler, bu yıl, üçü bir arada düşmüş; yeşil içinde öbek öbek papatya, çiçeklenmiş ağaçlarda serçe dışında kuş sesleri, akasyanın dibinde elyaf yastık yaparken “abla”nın paçasına tırmanan üç beş karınca, evin içinde teklifsizce dolanan dokununca tortop olduğundan tahliyesi kolay tespih böceği sayısındaki artış ve baharın kesin habercisi mazıların ardında kaldığından “abla”nın evinden görülmeyip kimin şenlendirdiği belli olmayan beton basket sahasında mevsimin ilk flap! flap! flap!ları!

Tel kapı önünde; çiftleşme mevsimi gereği bütün yavruların babası olmak zorunda olduğunu sanan, dövüştüğü erkek kedilerin kendi oğulları ve çoook daha genç olduklarını unutup paralandığından oturduğu yerde kan damlacıkları bırakan Koçero. Salyalar akan ağzındaki dişleri belli ki bedeninin en işlevsiz bölümü; kraker yemekte zorlanır. Yaşlı anasına "ana, bayramda sana akide mi alayım, yoksa seni kocaya mı vereyim?" diyerek takılan delikanlıyı "ananda akide yiyecek diş mi kaldı a oğul?" diye yanıtlayan yaşlı kadının Koçero’yla büyük paralellik gösteren hâli, ona sütlü ekmekle papara hazırlarken “abla”yı pek güldürür.

Baharın en kesin habercisi, bilmem kaçıncı olağanüstü genel kurul toplantısı için, sayın ortaklarımızı Karaağaç Köyü’ne götürecek ücretsiz araç tahsisini duyuran anons! Naklen akvaryumdaki balıkların süslediği ekranın sağ üst köşesindeki saate göre 5 dakika içinde durakta olması gereken “abla” soba yanına taşıdığı yatağı üzerine battaniyeyi örterken caddeden kendisine "toplantıya geliyor musunuz?" diye seslenen komşusuna katılır. Köyün, ön camında, öğrenci olmayanların binmesi yasaktır yazılı okul servis aracı, diğer koyları dolaşıp -kendi araçlarıyla gittiklerinden olmalı- kimseyi bulamayınca “abla” ve komşusunu götürüp köyün kültür merkezi önüne bırakır.

Toplantının başlamasına 45 dakika kadar var; kağıt kürek işlerini daha önce tamamlamış “abla” ve komşusu, şirketin kadın personeli önünden selamlaşıp klimayla ısıtılmış salona geçerler ki, ön sırada bir grup tez canlı yaşlı onlardan da önce gelmiş oturmakta! Selamlaşılır, “abla” derneğin afişlerini panosunu yazdığından ahbaplığı olan dernek başkanı beyle ayaküstü kış nasıl geçti? sohbeti tutturur, ayrılacakken yönetim kurulundaki bey "yeter sayıda bilmem kim olmadığından adınızı bilmem ne listesine yazmayı düşünüyorum" der, “abla” can havliyle "ben bu işlerden hiç anlamam, lütfen beni affedin!" diyerek itiraz eder. Başkanlık divanı teşkili sırasında dernek başkanı bey gelip “abla”ya "sizi bilmem ne listesine koymadım ama eksik bir bilmem ne için öneride bulunan kişi olarak göstermek zorunda kaldık" deyip bir yer imzalatır…


Toplantı başlar, saygı duruşu ardından birinci maddedeki 30 yıllık kanalizasyon şebekesinin peyderpey yenilenmesi konusu ele alınır. Ortaklardan bu konuda konuşmak isteyenlerden biri kürsüye gelip "Allah aşkına" der, "binyediyüz küsur ortağın," salonu eliyle tarayarak "bu kadar kişiyle temsil edilmesi içinize siniyor mu? Peki, kışta kıyamette arabasına binip yola çıkan …Paşa ve ailesi gibi yollarda kaza geçirip ölen olursa bunu vebalini kim alacak üzerine?.." Bir diğer ortak yönetim kurulunu uzun vadeli işlere kalkışıp uzuuun süre iktidarda kalmayı sağlama almakla suçlar. Öteki oturduğu yerden "net bir sayı bilmek isteriz" der, "alışverişte bile önce fiyat sormuyor muyuz?"

Yönetim kurulunun çok güzel işler yaptığı konusunda hemfikir olmalarına karşın kimi "önce şöyle şöyle yapılmalıdır" der, kimi iyi de olsa sonuca giderken tutulan yolu beğenmez! “Abla “komşusunun kulağına eğilir, "tipik bir üzüm mü yesek, bağcıyı mı dövsek? belirsizliği..." der, "bağcıyı toplantı öncesi dövseler de işimize baksak!.." Kürsüde konuşanlardan biri arkalarından geçerken, yönetim kurulundan çok yaşlı bir beyle karşılıklı olarak birbirlerinin ne olduğunu bildiklerini belirttikleri bir atışma yaşanır. Nihayet, 40 yıllık yer altı şebekesi deneyimi olduğunu belirten mimar bir bey, bunun, çok çetrefil, şirketin az sayıdaki elemanıyla kışları çalışılacağından yılda 5 km hızla ilerleyebilecek, yazlıkçılar geldiklerinde ortada yapılan işle ilgili bir şey görmeyeceklerinden nankör bir iş olduğunu, 5-6 yıla yayılacağından bütçesinin netleştirilemeyeceğini, yönetim kurulunun böyle bir işe kalkışarak başına iş aldığını… anlatarak tartışmaların yatışmasını sağlar. Yönetim Kuruluna yetki verilir ve ikinci maddeye geçilir.

Gömeç Ovası’nda susuzluk nedeniyle yeni kuyu açılması yasaklanmış, dahası şirketin kendi arazisi üzerindeki kuyular çevresinde 300 metre çaplı alanda kuyunun verimi düşeceğinden yeni kuyu da açılamamakta… Sitede yoğun nüfusun barındığı Temmuz Ağustos aylarında kesintiye gitmemek için öneriler üzerine konuşulur. Başkan "suyu satıyoruz, bu ortaklardan çok bizim meselemiz" der, site içinde su olmadığı bilinmesine karşın çatal çubuk yöntemi dahil olmak üzere yeniden araştırılsın noktasında buluşulur, ortaklardan birinin önerisi üzerine Mehmetçik’e başarılar dilenir ve toplantı sona erer.

Karaağaç’ın pazarında dolanırken nereli olduklarını hemen anlayan pazarcılar tarafından hoş geldiniiiiiiz! diyerek karşılanan komşusu ile “abla”, servis saatine epey zaman olduğunu görünce taksici Ali Bey’i bulurlar, ön koltuğa oturan ”abla”nın Ali Bey ile tutturduğu, köylülerden birinin kurduğu ama randıman alamadığı katı yakıtlı, prina yakan ama pahalı geldiğinden odunla desteklediği, elektrik kesildiğinde fanı çalışmadığından işe yaramaz hale gelen kat kaloriferi düzeneği konulu -sonunda “abla”yı bu konudaki hevesinden caydıran- sohbet eşliğinde, siteye kadarki 15 YTL’lik bedeli paylaşarak evlerine varırlar.

Hava çok güzel, akasyanın dibine, ufak çelik tencerede, buharda haşladığı lahanasını limon, tuz ve zeytinyağı sosla süsleyip yanına bir dilim çavdar ekmeği ekleyerek inen “abla” öğle yemeğini yerken kara sarı tulumu ve kaskıyla, sitenin, kara sarı motorsikletli PTT’cisi İsa Bey uğrar, bir iki fatura bırakır gider. Elyaf yastık işine dalan “abla” tadilât yapılan evdeki ustalardan birinin söylediği kara türkü Sarı Gelin’e pes perdeden eşlik eder, 50 yastık sonra sıkılır, toparlanır, kedilere ikindi tayınlarını verir, sokakta değilmiş gibi sokağa çıkar.

Oğluyla Ankara’ya taşınan uzak komşusuna hayırlı yolculuk dilemek üzere uğrar, onu göremez, annesini toplarken gümüşleri, antikaları nasıl kolilediğini anlatan kızıyla, kedilerle dolu bahçede bir ayaküstü sohbet tuttururlar. Kadının toplantılarla ilgili yönetimin çete kurduğu, işleri olup bittiye getirdiği şeklindeki yaklaşımı üzerine “abla”, yakın akrabalarından birinin de aynı şekilde davrandığını belirtip tepkisini oldukça sert biçimde "ya" der "toplantıya gel, ya da şikayet etme!" diyerek ortaya koyar. Öteki deli deliyi görünce sopasını saklar misâli, "sen görevini yapmışsın, ben öyle dert yanıyorum" filan deyip geri adım atar, “abla” uzatmaz, temiz koli bulmak üzere markete doğru yollanır.

Marketçi Rıza’nın İstanbul’a son gidişinde yakalandığı "inanır mısın kar en az 50 cm, arabayı yokuşun başında bırakmasak mümkün değil çıkamayacağız!" diyerek anlattığı kar macerasını dinler. İki temiz kuruyemiş kolisi, bir kutu süt alır dönüşe geçer ve Kaymakam Çamı’ndan Gemiyatağı’na inecekken, bahçesiyle meşgul yaşlı bir beye iyi akşamlar dileyerek hayatının hatalarından birini yapar: Ağının bir köşesine sinmiş yapışacak sineği beklemede amca, bahçe işlerinden, evde yaptırdığı tadilâta, mutfağın yerini nasıl kaydırdığına, önde kod farkından nasıl yeni bir dairecik elde ettiğine, komşunun evinin kaç para ettiğine, bilmem neredeki arsasına 80 daire verdiklerine… anlatır da anlatır! Oooof, of! “Abla”nın teri sırtında soğur, nezaketinden kıpırdayamaz ki kaçsın… Şirketin bahçe çöplerini toplayan römorku geçerken amca ona lâf atınca, fırsatı ganimet bilen “abla” yaklaşık 45 dakika önceki iyi akşamları tekrarlayıp yavaaaaşça uzaklaşır.

Günün son konuşmasını, toplantıya birlikte gittiği komşusuna, okuduğu gazeteleri almak niyetiyle uğradığında yapar “abla”, oturması teklifini terinin soğuduğunu, eve gidip sıcak bir duş almak istediğini söyleyerek geri çevirirken "ah!" der komşusu, "bilmem kim bey o, çok konuşur, ben onunla selamlaşırken hiç durmam, merhaba der hızlıca geçerim yanından…"

Etiketler: , , , , ,

+