Konsomasyon Taburesi

28 Mart 2009 Cumartesi

Konsomasyon Taburesi 164

02:09! Uyku bu kez belki, dışarıdan gece sesleri eşliğinde gecenin serinliği süzülürken, “abla” bir kez daha denemek üzere yatağına gider.

00:25! Uyku çok uzak bir ülke! Direnmenin faydasızlığını gören “abla” kıvranarak kördüğüm olduğu pikeden sıyrılır, salona geçer, bilgisayarını açar, yazmaya başlar.

23:17! Bir duş alsam, belki uykuya kavuşurum düşüncesiyle banyoya seğirten “abla” güzelce kurulanır, kız kardeşlerinin nohut üstünde prenses*… diyerek kendisiyle dalga geçtikleri meşhur eylemi, kuruyup da uykusunu bölmesin diye ayaklarını iyice kremleyip ardından, uykuya kavuşmayı dener.

22:05! İzlediği siyah beyaz dedektif filminin katilin açıklandığı sahnesini sızmış olduğundan kıl payı kaçıran “abla”, paralı kanalın kendi reklamını kapatır, dişlerini fırçalar, yatmaya gider, birkaç pozisyon dener, filmi izlerken yediği yaklaşık bir kilo karadutla ilgisi olabilir şişkinlik yüzünden uykusunu kırılan yerinden ekleyemez. Bir ara tam dalacak gibiyken, sivrisinek mücadele aracı, tepesinde yanar döner lambalarıyla, fosurdayarak geçer.

20:05! Komşusu, kızı mercimek yesin diye yapıp bir porsiyon da “abla”ya getirdiği mercimek köftesi, oracıkta, gözü önünde sevinçle tüketilirken, Eskişehir’e düğüne gideceğini bildirip kızına göz kulak olması yönünde bir talepte bulunacak olur. Hızı, "ben, kızım evli olmasa hayatta bırakıp buralara gelemezdim, İstanbul’da kız evlât başıboş mu bırakılır, oturup başını beklerdim!" diyen “abla” tarafından kesilir.

18:45! Temmuz'un ilk günlerinde içeriyi bürüyen otlar biçilip, oturanı üzerinden atan rahatsız sandalyeleri yerleştirilip hizmete giren açık hava sinemasının aracından yayılan "Boleyn Kızı, dı adır boleyn, erik bana, natali pormın, sıkarlet conson! bu akşam ikinci ve son gösterim olarak saat yirmiikideeee Işık Sineması’nda, Boleyn Kızı…" anonsu, akşam saatlerinin değişmez menüsü mangalda et kokusuna karışır.

16:15! Tepsiye koyduğu sabahtan kalma simit, yağsız sürme peynir ve yarım kavundan ibaret geç öğlen yemeği kucağında “abla”, paralı kanalda beklediği Agahta Christie uyarlamasını daha önce izlemiş olduğundan tanır, canı sıkılır.

15:25! Pazardan kan ter içinde gelip, iki koskoca torba otu buzdolabına tıkıştıran “abla” mayosunu giyer, denize gider. En tenha olduğundan favorisi iskelede, hırpanî bir adam ayaklarını denize sokmuş oturmakta… “Abla”nın "balık avlıyorsanız…" diyerek yaklaştığını görüp ayağa fırlar, yanı başındaki eski terlikleri telâşla giyer, kıyıya park ettiği damacana dolu römorku göstererek "ben" der, "su dağıtıyorum," dönüp sudaki kafayı işaret ederek, özür diler gibi "oğlan denize girmek istedi…" Mayoyla tedirgin, tanımadığı bir adamla ahbaplığın sınırlarını belirlemeye çalışan “abla” adamla çocuğun iskeledeki eğretiliğinin yarattığı acı veren hüzün duygusuyla, "çok iyi etmişsiniz" der, "çocuk denize girmeden olur mu?"

Havlusunu katlayıp iskele yanına koyarken adamla göz göze gelmemeye, merhametten maraza yol açmamaya çalışarak usulca denize girer. Aklında; Mısır’a giderken aldıkları bir rehber kitaptaki, -kadınlar için- Arap erkekleriyle göz göze gelmemeye çalışmalısınız! uyarısı ve deve sürücüsü 9 yaşındaki Mahmud’un, deve üzerinde zorbela durmaya çabalayan “abla”ya, "kocan var mı madam Fatma? neden yok?" sorgusu…

14:25! Burhaniye Garajı’nda servisi bekleyen aynı yön yolcusu hanımlarla söyleşirken “abla”nın karşısında kış servis şoförü Halil Ağabey! "Hükümet Konağı’nın çay ocağını işletiyorum Fatoş Hanım, gel buyur, bi çayımı iç…" Şehirlilerin yanları sıra getirdikleri “hız” arasında, ayaküstü üç beş lâf edip ayrılırlarken “abla” seslenir, "sizi gördüğüme çok sevindim Halil Ağabey!"

13:55! Kömürcü Cemal Sokak’taki kargo, internet cafe ve kuaför “abla”nın düzenli ziyaret ettiği noktalardan… Yazmaktan hoşlanan hanım, saçını kesme işini bitirdiğinde, "niye blog açmıyorsun, dur sana onpunto’nun ve bloglarımın adresini yollayayım, kendi kendine yazacağına orada yaz" diyen “abla”ya mail adresini verip uğurlar.

12:35! Sitenin, yazlıkçı nüfusuna ulaştığı varsayıldığından servis saatleri saate bir’e çıkmış! “Abla”nın yanında, Konsomasyon Taburesi’nde bir avukat hanım; “abla”nın tasarımcı grafiker olduğunu duyunca, çalıştığı özel üniversitedeki iş yaşamında olanaklar sağlayan seminerleri tanıtıp, katılıma davet eder. "Türk insanının özel yaşamı yok, kendine ait bir odası, kendisini geliştirecek bir hobisi yok, böyle olunca ne oluyor, birileri onun yerine kararlar alınca kendi seçimlerini yapamıyor, alternatifsizlikten körelip gidiyor…" Babasının subay olduğunu anlatan, sözünü ettiği özel yaşam yoksunluğundan ağır yaralar almışa benzeyen hanımın hiç aralıksız sürdürdüğü konuşması, ancak Burhaniye’de “abla”nın ineceği durakta kesilir.

10:15! Tepeden kıyıya inen “abla”nın, adının Âşıklar Yolu olduğunu öğrendiğinde, "bunca yıldır buradan geçerim tek sevgilim olmadı" diyerek dalga geçtiği toprak yola atılmış boş pet su, bira şişeleri, çerez, sigara paketlerinden oluşmuş çöpe verdiği, eski, öfke tepkisini aşalı epey zaman olmuş. Yıllarla da olsa, bilincinin geçirdiği aşamaları ilgiyle izlerken gördüğü bir sonraki tepki, ilgisizlik. En yeni tepki ise, sırt çantasında taşıdığı torbaya topladığı çöpü en yakın konteynere dek taşımak/sorumluluk. Yine de; iki sene önce aynı yolda rastladığı, elbette ki, yolun kıyısına, ayağıyla dahi iteklemeyi midesi kaldırmadığından, bir yaz boyu oradan her geçişinde sinirlerini tepesine çıkaran, ucundaki çıkıntısı sıvı dolu, kullanılmış prezervatif türünden bir vakayla karşılaştığında ne yapacağını kestirmek zor!

06:15! Havalar ısındıkça, tepeye çıkmakta zorlandığından evden çıkma saatini öne alan “abla” uyanır; hareketli, çok renkli rüyalarla delik deşik uykusunun, onu gerisin geri çektiği yataktan sürünerek çıkar.


*Bir kızın gerçek bir prenses olup olmadığının, yedi kat şilte altına konan bir adet nohutla sınandığı Nohut Üstünde Prenses masalına atıfla…

Etiketler: ,

Konsomasyon Taburesi 163

Bu yazı; Konsomasyon Taburesi 162’nin son paragrafında geçen, yer yerinden oynarken Dünya-Avrupa Kupası farkının farkında olmayan “abla”nın isteği üzerine yazılmış bir farkındalık yazısıdır!

Kızının, İstanbul’a varışı ve evine dönüşündeki karşılayışında, kendisine, belki de yeni yetmeliğinden bu yana ilk (iki) kez sıkı sıkı sarılışını, sarılıştaki içtenliği fark eden “abla” bir yanıt beklemeksizin sorar "beni affettin mi sonunda?"

Eve her dönüşünde yaptığı gibi, önce kedi nüfusunu gözden geçiren “abla” yaz aylarında yazlıkçıların, ağaç diplerine, bahçe kıyılarına bıraktıkları balık/yemek artıklarıyla beslendiklerinden düşük katılımı sineye çeker. En devamlıları, gecenin bir saati gelip sessizce tel kapı dibine dikilip “abla”nın fark ettiğinde korkuyla sıçramasına neden olan, yaşlılıktan kendine bakıp temizleyemediğinden çöp kediye dönüşmüş Koçero’yla, gün içinde Hırçın, bir de onun yakaladıkça patakladığı, başta Küçücük iken büyüdükçe Küçük, feci biçimde ısırmaya başlayınca Çomar, sonunda da kız kardeşlerinin bastırmasıyla Çomar’ın sevimli bir uyarlaması Çomi!

Yokluğunda, evinde birkaç gün tatil yapan kızının, o döner dönmez "anne farkında mısın, bunun memeleri de çıkmış!" dediği Çomi, yanlara doğru genişleyen karnıyla fark edilir biçimde gebe! "Neyse," diye avunur “abla” "kızıştığı, epey gürültü koparan parfüm günlerine göre bedeni büyüdü, ölü doğursa bile artık kendini kurtarabilir…"

Saat 22:00 suları uykuya varan “abla” Çarşamba akşamları, Kanal D’de, Çok Güzel Hareketler Bunlar hatırına oyalanır; 5. bölümde gittikçe açılan yazarların, oyuncuların ortaya koydukları uykusuzluğa değecek niteliktedir. Her zaman yaratıcılığına hayran olduğu Yılmaz Erdoğan bir Mutfak dolusu Yılmaz Erdoğan üretme yolunda… Muhteşem The Ayırıcı skecinde, garantili ayırma işlemi için karşı tarafın karşısına geçip "Hakan senden ayrıldı!" bilgisi üzerine gelişmeler, ayrılığın çok doğru saptanmış aşamaları ve anlık pansuman sahnesi, kızın "ama çok acıyor!" deyişini Yılmaz Erdoğan’ın "gerçek mizah hüznü es geçmeyendir!" sözleriyle yorumlayışı, Rocky’de yüz ifadeleriyle verilen ağır çekimler, Hırsız’daki, Doğum Günü'ndeki zekice espriler, akıcı oyun, izleyicinin de katıldığı eğitim süreciyle Mutfak’ta hep birlikte pişirilip servis edilen muhteşem lezzette bir ziyafete dönüşür. “Abla” isimlerini aklında tutamadığı yazarların, mandal taçlı Hamlet skecindeki zehiiirrrrr!-uyuuşşşşş! yorumlarına baktığında, kendi espri anlayışında da önemli etkisi olan mizah dergilerinin izlerini fark eder, bunu Mutfak uygulamasında çok yerinde ve güzel bulur!

Uykusu seyreldiği bir saate pencere kıyısında, gün doğumunun kızıl ışığını fark eden “abla” kadranında başı hareketli tavuğun yemlendiği, elle kurmalı saatin çalmasını beklemez, cırcır böcekleri, bir klâsik müzik konseri öncesi akort edilen çalgıların tek tük tınlamaları ardından, şefin komutuyla bir ağızdan çalmaya başlamaları gibi cırıldamaya başladıkları anda, 07:00’de, kapısını sessizce çeker, çıkar.

Kendi kedi nüfusu için balık avlamakta komşusuyla selamlaşıp verdiği gebe Çomi raporuna ilave olarak, saat kurup erken kalkmak, bu gün havanın rüzgârsız olacağı, sitenin doluluğu gibi havadan sudan bir çok konuda “abla”, sonradan hayatı çok ciddiye alarak sorumlu yaşamasıyla ilgili olduğunu fark ettiği, komşusunun da bir şeyler demek isteyip diyemediği bir monolog tutturmuş gitmekte olduğunu fark eder etmez sessizleşir, iyi niyetli güler yüzlü adamı dinler, "rast gele!" diyerek ayrılır. Kuzeninin "…çabuk, çabuk çekin Fatoş’un fişini!" diye takıldığı kadar var!

Tepeye çok yakın bir yerde yaşlı ama zıpkın gibi! diye tanımlanabilecek beyin jimnastiğini bölmeden başıyla selamlayıp her zaman tünediği kayasına ulaşan “abla” birden fark eder ki kıskançlıkla, şehirli korkularıyla bir mağara kovuğu, kayalıktan ibaret de olsa kendisine ait ve kendisini huzurlu hissettiği, kimsenin ulaşmasını istemediği bu yerde biriyle karşılaşır ve hiçbir olumsuz duyguya kapılmaz! Ne güzel! Her zamanki oyuklara su doldurur, ekmek ufalar. Neredeyse bilinçsizce yaptığı ilk su koyuşunu, ööööylece otururken arkasından gelen vızıltılara baktığında minik göletin çevresinde birçok arı gördüğünü hatırlayan “abla” fark eder ki, bu yıl henüz arı yok! Ekmeğin kalanını, hep bir şeylere katık edildiğinden unuttuğu tadını hatırlamak için yavaaaaşça ufak parçalar ısırarak yer, bu kavuşmadan mutlu, suyun kalanını içer, susuzken temiz suyun açken bir tek lokma ekmeğin değerini fark edip, teşekkür eder… Yüzünü, göğsünü döndüğü rüzgârı seven, içinin en dar kovuğuna dek sızıp tortulanmış hüznü üfürdüğünü, dolanarak, gözünden yaş olarak akıtmaya ömrünün yetmeyeceği korku, kaygı, üzüntüyü süpürdüğünü hayâl eden “abla” dışarısıyla içini birlikte dinlerken, birden fark eder ki, geçen kış yazıştığı bir arkadaşıyla, "insanların cinsellik uğruna yaptıkları, ne aşağılanmalar yaşadıkları, nelere razı geldikleri..." konulu yazışmada böbürlenerek hemfikir oldukları, "biz, çok şükür bu derece ümitsiz, çaresiz değiliz!" yaklaşımından daha acınası bir şey yok! Doğasını reddeden, halâ kel Rapunzel iddiasındaki, özgürlüğü uğruna insan yanından vazgeçmiş “abla” kadar acınası kimse yok!

Dönüşte; yazlığını açmış, ayaküstü uzunca sohbetle hasret gidermiş, el yapımı işlere merakı yüzünden epey ahbaplık ettiği komşusu bir hanımın eşine rastlayan “abla” ona da hoş geldiniz, iyi tatiler! demek için duraklar. Sert bürokrat ifadeli adam, "…üç hafta oldu geleli, bir ay daha kalacağım" diye anlatır, "sonra Ankara’ya dönmem gerekiyor ama Ağustos’ta tekrar geleceğim…" “Abla” adamın tüm cümlelerini birinci tekil şahısla kurduğunu fark eder, şaşırır; en çok da, kendisinden 1/3 boy daha uzun, en az 40 yıllık karısını fark etmezden gelip cümlelerine almayışına!

Eve girmeden, balıkçı ile karısına rastlayan “abla”, "kullanılmış giysi, bardak falan var, versem köye götürür müsün…" demeye kalmadan balıkçı lâfa girer, "bak sen onu temizce çöpe koy, içine atma yanına koy, şimdi herkes bi başka oldu, aç yatar ama üstü başı hep yeni olacak, hem de moda olacak, verirsin bir de lâf duyarsın, sen hiiiiç bize verme, götür çöpe koy, kim isterse alsın!" “Abla” balıkçının sözlerinde yeni bir şey daha fark eder: Eskilerin, ihtiyacı olabilecek kişilere aktarılması mekanizması iflâs etmiş! Bir ekonomi kitabında okuduğu refah aşağı doğru damlar sözünün, dayatılan tüketim ekonomisi yüzünden ıskartaya çıkmış olduğu gibi!..

Denize girmeye izin vermeyen şiddetli poyraz, "…bu da iyi, oturur halâ 300 adet eksik kutularımı yaparım, fena mı?" diyen, kendisini yıllarca kötümser diye tanımlayan “abla”nın; aynada, fotoğraflarda kendisine bakmadığını, bakmayınca görmediğini, görmeyince sevmediğini fark ettiği zamanlarla hemen hemen aynı zamanda fark ettiği iyimser yanıdır.

Etiketler: ,

Konsomasyon Taburesi 162

İstanbul’daki son gününün sabahında “abla” ile ayağı ucunda uyuyan Karapati’yle mutlu bir gece geçirmiş ortanca kardeşi, Avrupa’dan Asya’ya, Kadıköy’e geçen halk otobüsüne binerken, Ali Sami Yen durağında bir kardeşlerinin daha bineceği açıklamasıyla üç kişilik ödeme yaparlar. “Abla”nın orta ikinci sınıftan beri arkadaşlığını kimseye değişmeyeceği, "erkek olsaydım onunla evlenmek isterdim!" dediği çok eski arkadaşı, üç kız kardeşi Haldun Taner Sahnesi önünden alır, Fenerbahçe’de uzunca bir zaman görüşmediklerinden güzel bir sohbetle uzun bir kahvaltı yaptıkları Belvü Jardin isimli, yat limanına bakan bir bahçeye götürür. Karacaahmet Mezarlığı’nın annelerinin mezarına daha yakın olan arka kapısında, bir sonraki buluşmanın sonbaharda, Bursa’da, Oylat Kaplıcası merkezli programını yaparak ayrılırlar.

Mezarlığın arka kapısından girip, küçük kız kardeşin "mahalle baskısı, hadi eşarplarımızı takalım…" uyarısıyla örtünüp ulaştıkları epeydir uğramadıklarından bakımsız annelerinin mezarı; oradaki kalıntıyla annesi arasında bir bağlantı kurmayıp annesinin çoktaaaan reenkarne olduğuna inanan “abla”ya bir şey ifade etmezken ortanca kardeş için uzuuun uzun sohbet ettiği bir tür telefon kulübesidir. Küçük kız kardeş ise kısa bir görüşmeyle yetinir; “abla”nın yanına, annelerinin, rastlantı eseri çok yakınındaki babasıyla annesinin, kardeşlerin anneanne ve dedelerinin mezarı başına geçer. Mezarlığın, bülbüllerin şakıdığı huzurlu atmosferinde geçip gidenler konulu sohbetlerine katılan ortanca anlatır; "anneannem bir seferinde anlatmıştı" der, "annenize kızım bak bu kadar iyi notların var, hep sınıfın ikincisi üçüncüsü oluyorsun, neden biraz daha çalışıp birincisi olmuyorsun? diye sorduğumda bana dedi ki, anne onlar benim arkadaşlarım, onlar için birinci olmak için önemli, onların arkadaşlığı da benim için önemli, niye onları üzeyim? Ben annenizden çok şey öğrendim." Akdeniz bilgeliğinin izlerini taşıyan, Girit’ten Türkiye’ye mübadeleyle 12 yaşında gelmiş, Rumca dışında tek kelime bilmezken okula giden beş çocuğundan Türkçe’yi, Latin harfleriyle yazmayı, hesap yapmayı öğrenen anneanneleriyle, hiç tanımadıkları, öncelikle kızlarını okutmak için çırpınan dedelerini selamlayıp mezarlıktan ayrılırlar.

Vapurla Eminönü’ne, köprü altındaki lokantalardan kendilerine İspanyolca seslenen garsonları şaşırtan Türkçe yanıtlar verip yürüyerek Karaköy’e geçerler. "Şuncacık yol, Tünel’i boş verin, yürüyerek çıkalım!" diyen yorulmaz, yılmaz, sportmen küçük kız kardeşe uyarak Galip Dede Caddesi alt ucundan yokuşa sararlar. Galata Kulesi dibinde, üç mahalle muhtarlığının kulübesi önünde ufak bir fotoğraf molası verirler. Ziyaret saatini kaçırdıklarını Mevlevihane’yi geçer geçmez rastladıkları özgün giysili bir yerli -Kızılderili- grubunun, doğadan esinlenen harika müziğini dinler, bir de CD alarak yola devam ederler.

Kitabevinden cafeye dönüşmüşe benzeyen Ada’ya sözlük alıp, yeni baskı bir kitap için giren kardeşlere, 10 yıldır Türkiye’de bulunan ama aklı İtalya’da Bulgar göçmeni konuşkan bir genç yardımcı olur; şirin aksanıyla hızlıca anlattığına göre "…serbest dolaşım hakkı alınca Bulgarlar Avrupa’ya dağılmışlar," eliyle gözlerini işaret ederek "vizyon yapınca geri dönmüşler, şimdi Bulgaristan çok güzel olmuş, Karadeniz kıyısını görsek..." tanımazmışız.


Doğal malzemeden üretilmiş pasta, kurabiye görünümlü bakım ürünleri satan, kapısından salınan muhteşem kokularla içine çekildikleri Lush adlı dükkânda “abla” ve kardeşleri, görgülerini artırırken kabul edelim, hepimiz yaşlanıyoruz, böğürtlen yoğurt maskesi ile kendimize bir şans tanıyalım türü eğlenceli ürün etiketlerini okuyup epey eğlenirler.

Mefisto’dan, “abla”nın talebi üzerine Komedi Dükkanın Müzisyeni etiketiyle Özer Atik’in Yok Böyle Bir Şey CD’sini alırlar. Yol boyu rastladıkları sinemalarda, üç kız kardeşin oy birliği ile görmek istedikleri tek film, İmam Adnan Sokak’taki Yeşilçam Sineması’nda, 20:00’de; Bereketli Topraklar Üzerinde

Film saatine kadar Kaktüs’te mola veren kardeşlerinden, gazete okumayıp haber izlemeyen “abla”nın öğrendikleri: Sean Penn’li Cannes Film Festivali’nde ses getiren, İstanbul Film Festivali’nde de gösterilen, İnsan Hakları konulu eski filmleri destekleyerek restorasyonunun sağlandığı proje kapsamında ele alınan, Orhan Kemal’in aynı isimli yapıtından esinlenerek Tuncel Kurtiz’in senaryosunu yazdığı Bereketli Topraklar Üzerinde hüzünlü bir Çukurova hikâyesi. 1980’de darbe nedeniyle yapılamayan Antalya Film Festivali’nde ertesi yıl, En İyi Film, En İyi Yönetmen (Erden Kıral), En İyi Erkek Oyuncu (Yaman Okay) ödüllerini alan film, sıkıyönetimce “muzır” bulunur. Kıral ödülü reddeder; filmin Avrupa’da aldığı ödüllere ise yurtdışına çıkışı engellenince yıllar sonra Paris’te kavuşur. Oyuncuların set işçisi olarak da çalıştıkları, sineklerce ısırılıp 5-6 yıl kapanmayan yaralarla uğraştıkları, parasızlıktan eşlerinin bileziklerini bozdurup zorlukla tamamladıkları filmin negatifleri depodan çalınır! 28 yıl sonra, filmin hakları sahibi ve oyuncusu da olan yedi kişinin İsviçre’de yaşayan üçünden filmini satın alan Erden Kıral duygularını "çocuğunu bulmak gibi" diye anlatır… Bu macerada, ilgili kişilere ulaşmada Fatih Akın’ın da gayreti söz konusu…

Merdivenle sinemanın bulunduğu alt kata inen “abla” ve kardeşleri bilet kesmede çekingen davranan görevlinin zıngırdamakta olan tavanı işaret ederek "canlı müziğe başlamışlar, rica ettim ama bakalım kısacaklar mı?" demesine karşın kararlı dört seyirciyle beraber, ara istemeksizin filmi izlerler. Yerel diyaloglar, doğal çevre, güzel oyunculuk; öz be öz sinema!

Çıkışta, "şu canlı müzik nedir?" merak eden “abla”, sinemanın yanındaki girişin önünde oturan, çoğunluğu siyah giysiler içindeki oğlanlı kızlı gruplardan birine yanaşıp sorar, "bu müziğin türü nedir," konuşarak anlaşmak mümkün görünmediğinden defterini uzatır, "rica etsem yazar mısın?" Atkuyruklu küpeli oğlan, kızın omzundan aldığı eliyle, güzelce Death Metal yazar, "bir de," der “abla” okuyamadığı süslü yazıyı gösterip, "buranın adı ne?" oğlan yine yazar Do Rock, sonra da ekler "Durak gibi yani…"

Sokağın girişi, sağlı sollu geniş ekranların önünde, ellerde bira bardakları kulaklara Almanca konuşmaların çalındığı kalabalıkla hıncahınç dolu; Dünya Kupası son maçı, İspanya-Almanya, 15. dakika geride kalmış, durum 0-0!

Etiketler: , , , , , , , , , ,

Konsomasyon Taburesi 161

24 Haziran 2008, 22:45! Gönlü cüzdanından çoook daha geniş küçük kız kardeşin bir fındığın içini yar senden ayrı yemem deyip, İstanbul’a birkaç günlüğüne gelen ablalarına da aldığı biletlerle izlemekte oldukları 36. Uluslararası İstanbul Müzik Festivali’nden Müsennâ: Barok Karnavallar ve Osmanlı Şenlikleri isimli gösterinin ikinci kısmı için hazır müzisyenler, ellerini ağırdan alır yatsı ezanının sona ermesini beklerler...

Topkapı Sarayı, Babü-s Saade sütunlu girişi sahne biçiminde düzenlenmiş. Yükseliş ve çöküşe, kimbilir ne entrikalara tanık olmuş görmüş geçirmiş çınarların altında, çuvalla kaplanarak yükseltilmiş platforma dizilmiş sandalyelerdeki şık hanımların pahalı parfümlerinin kokusu, ayakları altındaki çuvaldan gelen gaz kokusuna karışır; “abla” bunun kasıtlı bir antisivrisinek tavır olduğundan şüphelenir ve eğer gerçekten öyleyse tebrike şayan! bulur... Polonyalı Ali Ufkî’nin notaya döktüğü Osmanlı müziği, 350 yıl sonra; proje tasarımı ve yönetmen Çimen Seymen, Sahne Kostüm tasarımı Hüsamettin Koçan, Işık tasarımı Müfit Özbek’in... emeği, soprano Çimen Seymen’in sesi ve anlatıcı Erkan Sever’in dönem hikâyeleri, Barok Karnaval havası içinde ney, arp, keman, def... eşliğinde Avrupalı/Osmanlı karması tınılarla yorumlanırken 17. Yüzyıl danslarıyla da süslenir.

25 Haziran 2008, 22:45! Açık havada, güzel bir bahçede, tüllere sarılmış ağaçların altında bir kuzen düğününde, Japon fenerli masalardan birinde kızı, damadı, kardeşleri ve kuzenleriyle oturan “abla”, bir ay önce beklenmedik biçimde eşini kaybeden kuzenine "dua’yı nerede yapacağını" sorar; anneannelerini 1985 Şubat’ında kaybettiklerinde uğurladıkları camiden sözettiğini duyunca, cenaze namazı orada kılınan diğer akrabaların artan sayısını hatırlayarak, masadakileri güldüren "...neredeyse aile camimiz oldu!" yorumunu getirir. Damadın babası da bir kaç gün önce kendi kuzenlerinden birini yitirmiştir, tebriklerle başsağlığı dileklerinin birbirine karıştığı akşamda bir saat önce diğer kuzenlerden birinin ikinci kez dede olduğu haberi alınır.

Davetlilerin bazıları, bitişikteki çay bahçesine, büyük ekranda maçı izlemeye gidip geldiklerinden masalar, arada sırada kadınlar matinesi havası sergiler. Düğün, maçın skorunun bildirildiği anonslarla, yan taraftan dalga dalga büyüyerek gelen coşkuyla kesilerek sürer. Sonuç belli olduğunda, genel hayâl kırıklığı havası yayılırken “abla” "neyse diye düşünür en azından eve kazasız belâsız dönebileceğiz!"

Üstüste yığılan bunca kuzen ölümü üzerine “abla”, kendisi de birilerinin kuzeni olduğundan, şu aralar ölmeyi planlamamasına ve avucundaki uzuuuun hayat çizgisine karşın, ne olur ne olmaz, kızına vasiyetini bildirir; "şifremi biliyorsun" der, "gir onpunto’daki sayfama, şablonumu değiştiri tıkla, sayfayı siyah yap, senbilirsinabla diye tanıdığınız annemi yitirdik... gibisinden birkaç satırla da bir duyuru yaz, tamam mı?"

Etiketler: , , ,

Konsomasyon Taburesi 160

07:03! Poyrazın savurduğu, budanıp verandayı açıkta bırakan zakkum dublörü boncuklu paravanın şakırtısına alışamamış, fazladan, gazinodan gelen, atılan gollerin neşeli çığlıklarla kutlanışını deprem sanıp korkuyla sıçradığı uykusunu alamamış “abla” gözlerini isteksizce açar; güneş fazla yükselmeden çıkmalı! düşüncesiyle biraz daha sağa kıvrılıp keyif mi yapsam? düşüncesi arasındaki kararsızlığını, Çomar’ın, penceresi önünde kuyruğu koparılıyormuşçasına feryadı üzerine aşar, kalkar.

Çomar’a kız kardeşinin İstanbul’dan getirdiği kuru kedi mamasından bir bardak koyar, ısırıp pençeleme açısından en tehlikesiz olduğu yeme anında incecik yumuşacık tüylerle kaplı koca kulaklarının vampire benzettiği ufak başını, sıska boynunu, tipik sokak kedisi koca karnını sevgiyle okşar. Mutfağa geçer, pet şişesini doldurur, iki dilim mısır ekmeği keser sırt çantasına kor, anahtarını kontrol eder, boynunu, kulaklarını güneşten koruyan yazmasını sarar, güneş gözlüğünü takar, çıkar.07:30! Deniz kenarındaki torunlardan birinin gelip ötekinin döndüğü evlerde, henüz herkes uyumakta... Üçüncü evin girişindeki yeşilliklerle örtülü sundurmada sessizce kahvaltı eden, sigara yüzünden tek ciğeri söndüğü, iki yıl ömrü kaldığı söylenen balıkçı ile karısı dışında! “Abla”yla sessizce selamlaşırlar.

Bir sonraki Martı Koyu’na kanalizasyon kazısının allak bullak ettiği toprak yoldan yürüyüşü sırasında rastladığı iki yaşlı yürüyüşçü ve bir başka kedi noktası komşusunun, balık sunarak kedi nüfusuna el koyan, arabası içinde rüzgârdan korunarak balık avlayan kocası ile de selamlaşan “abla” Poyraz’a sırtı dönük sakin Martı Koyu’nda denize girenlerin şen kahkahalarını aşıp bayıra sarar, çamlarla gölgeli patikadan tepeyi tırmanmaya başlar. Ormanlık alandaki yangın riskini kontrole yarayan temizliği yapacak greyder henüz girmediğinden diz boyu kuru otlar, şiddetli yağmurun açtığı derin yarıklar yüzünden zahmetli parkuru izleyen “abla” bir iki kaplumbağa dışında irice bir canlıya rastlamadan, sitenin girişinden görünen, jandarmanın kimbilir ne zaman boyadığı, şimdilerde içinde çamlar bitmiş, soluk bayrağın bulunduğu Karatepe’nin en yüksek yerine varır. Uçmaması için ucuna taşlar koyduğu terle ıslanmış t-shirt’ünü kayalardan birine serer, üşümemek için yeleğini giyer, kardeşinin getirdiği Açık Hava Tiyatrosu’nda bir caz konserinde dağıtılan süngere oturur, çantasından çıkardığı suyun bir kısmını doğaya teşekkürle! kayanın kovuklarına doldurur, ekmeği ufalar, ayakkabılarını çıkarır, kayanın serinliğine basar... Ölçmediği bir süre oturur; peşinde martıları sürükleyen balıkçı teknelerini, çok sık olmasa da –bir şenlik!- yunus geçişlerini izler, o kadar sessizdir ki, bir seferinde çalılardan çıkan bir tilkinin “abla”yı farkettiğinde yerinden zıpladığı bir karşılaşma bile olmuştur!

Dönüşünü camiyle spor tesislerine inen yoldan, armut yüklü ağaçlar arasından yapar. Kış boyu kapalı kalmış evlerin neminde ıslanmış yatakları serdikleri verandalardan, yeni geldikleri anlaşılan tatilcilerle selamlaşıp markete uğrayan “abla” sitedeki doluluk oranı üzerine Rıza Bey’le, markete her girene hoşgeldiniiiiiz!lerle bölünen kısa bir görüşme yapar, yine Martı sahiline iner toprak yoldan evine kavuşur.

Su dağıtımı yapan üç marka Erikli, Sultansu ve yörenin tanınmış suyu Belediye'nin şişelediği Düdüklü birbiri ardısıra aynı sinyal sistemiyle, çıngıraklarını çalarak geçerken poyraz çok şiddetli değilse denize giren “abla” öğlen günün iki öğününden birini gerçekleştirir, kahvaltısını yapar.

Demliğin dibindeki çayı annesinden öğrendiği gibi gülün dibine döker, bilgisayarını açıp postasına bakar, yanıtlar. Günlerdir eve kapanıp ürettiği 140 elyapımı kutuyu koyduğu koliyi yüklenip Burhaniye’ye giden Körfez Birlik arabasına biner.

Arkasında, bu yaz da gelip birbirlerini salimen bulmuş olmaktan mutlu iki yazlıkçı yaşlı hanım hasret gidermekte! Kışın nasıl geçtiği, karşılıklı sağlık durumlarının aktarıldığı olağan sohbetin bir kısmında hanımlardan biri diğerine "bir jinekoloji hocamız vardı" der, "...o derdi ki (sesine amfide ders verir bir ton ekleyerek) kadınnnn yaşlanmaaaz, yoruluur! Yaşıyorsa Allah uzun ömürler versin, öldüyse nur içinde yatsın..."

Ören başta diğer yazlık sitelerden pazara inmiş yazlıkçı kalabalığına bakarak yörenin yaz nüfusuna ulaştığı anlaşılan Burhaniye’de anıtın karşısındaki ısıölçerde 39 dereceyi gören “abla” rahat taşımak için çamaşır ipiyle bağlayıp yaptığı sapından kavradığı koliyle ara sokağa dalar, "vaktin varsa bir çayımızı iç Fatoş Abla" diyen kargocu çocuklara, her zamanki, bir sonraki arabayla döneceği cevabını verip "...aynı adrese, karşıdan ödemeli!" der, çıkar. Akşam İstanbul’a yola çıkacağından sebze pazarına uğramaz; cep telefonu kullanmadığından arada uyarısına ihtiyaç duyduğu, kadranında civcivleriyle yemlenen bir tavuğun bulunduğu bir Serkisof kurmalı çalar saati 7.5 YTL’ye alır, milletin serinlemek için pazar molası verdiği parkın önündeki simitçiden aldığı sıcacık yoğurt kurabiyesini yiyerek durağa gider, gelen arabaya biner, arka kapı dibindeki muavinin yerine "burası güzel esiyor..." açıklaması yaparak yerleşir.

Yanında oturan, "sen nerede oturuyorsun?" diyerek taşralı içtenliğiyle sohbet başlatan yanakları kırmızı, mavi gözlü amcaya burada kışın da oturduğu ek bilgisiyle oturduğu yeri söyler. Amca, “abla”nın içine kapalı yaşamı yüzünden tanımadığı komşularından birkaç isim sayarak, onlara zeytinyağı verdiğini anlatır; "...nenemin zamanında..." der, "teeee Karatepe’ye kadar Gömeç Ovası’nda tütün ekerlermiş, tüccarlar altın gibi renginden tanırlarmış tütünü... Yani buranın havası o kadar güzel, temiz! Zeytin de o yüzden güzel oluyor. Buradan birinin akrabası gitmiş, Amerika’da bir kitapçıda bir kitap görmüş, en iyi zeytin Karaağaç Beldesi’nde olur yazıyormuş! Ama, zamanında tüccar çok sömürdü zeytinciyi, bizde, dağda derlerdi PeKaKa’dan, körfezde üç Ka’dan (Komili, Kırlangıç, Kristal) korkacaksın! Şimdilerde o kadar değil ama..."

Etiketler: , , , , , ,

Konsomasyon Taburesi 159

"Yahu olur şey değil! Aynı film izler gibi! Oturdum kahveye, ablamı bekliyorum, bir kadın, az önümde Körfez Birlik arabasından indi, elinde plastik saksılar, bir torbada fideler… Karşıya geçecek, yolun yarısı geçti, hani ortada çimen bir yer var ya, orada durdu. Ya, tam o sırada karşıdan, bizim yoldan koyu bir araba, hata onda, yüzde yüz onda, Burhaniye tarafından da arkası kapalı bir iş arabası, bu kendi yolunda; koyu araba buna bir çarptı, film seyreder gibi seyrediyorum, biri anlatsa inanmam! Şimdi kadın gördü bunları, çimende birkaç adım geri gitti, beyaz iş arabası kırdı, kurtaramadı, dönülmez levhasına çarptı, demiri altına aldı, eğdi, gitti kadına vurdu! Kilolu da kadın, sana benziyor, böyle senin gibi kır saçlı, Allah inandırsın, uçtu, birkaç metre havalandı, spor ayakkabıları vardı ayağında, ayağından fırladı! Koştum hemen, kendinde değil, çantasını koydum başının altına, az sonra kendine geldi… Allahtan 112 iyi çalışıyor, 10 dakikada gelip aldılar, ilk yardım falan…" Bitişik koyda oturan akrabası “abla”ya tanık olduğu kazayı anlatır, "hayat işte" diye bağlar sözlerini, "ne önemsiz şeylere takılıyoruz, üzülüyoruz…"

Kolunun altına kıstırdığı, marketçi Rıza’dan alıp, bantlarını yırtarak yassılttığı kolilerle sert rüzgârda havalanmamaya çalışarak yürüyen “abla”, döneli beri göremediği, kışı beraber geçirdiği komşusuna, geldiği haberini vermek için evi önünden geçerken açık kapıdan görünen kalabalığa, dışarı taşan "…yerde demirler varmış, ya üzerine düşseydim…" sözlerine takılır. İçerden komşusunun "gel, gel buyur!" çağrısını duyunca birkaç basamağı çıkar, kolileri duvara dayar, tel kapıyı açar, bir olağanüstülük sezdiği eve girer: Komşusu kanepede, sağ bacağının tamamı alçıda yatmakta… “Abla”nın, "geçmiş olsun, nedir?" sorusunu ziyarete gelen hanım, komşusu ve gelini hep birlikte yanıtlarlarken, anlattıklarıyla, akrabasının aktardığı kaza arasındaki inanılmaz benzerlik üzerine "…yoksa o kadın siz miydiniz?" diyen “abla” daha sonra komşusunun, "…ben de, hastanede aklımı başıma topladığımda çoraplarım niye kirli diye düşündüm, …havaya da fırlamışım haaa? …demek o arada baygın kalmışım!" türünden bilinç boşluklarını doldurup olayı netleştirecek bilgileri verir.

"Koyu renkli arabanın sürücüsü 83 yaşındaymış, benim tahminim fren yerine paniğe kapılıp gaza bastı, bu yaşta halâ nasıl trafikte aklım almıyor… Bir de..." der, sigara tiryakisi komşusu "...artık kafamın neresini vurduysam, iki kez denedim sigara içemiyorum, içim almıyor… Neredeyse bir mucize!.." dedikleri kazanın gelişimi ve sonuçlarını değerlendirirken, İkizler “abla”nın burçdaşı gelin, bir yandan evin kedisi Boncuk, bitişik komşunun gözü görmez kulağı duymaz çok yaşlı küçük köpeğini paralamasın diye aralarına atladığından pençelenip yarılan koluna pansuman yaparken "Merkür der, ayın 3. haftası sonuna dek gerilemekte imiş, bu yüzden bu dönem biraz hassas!"

"Haaaa..." der “abla”, vedalaşıp çıkarken "...demek bu yüzden!" Kızını uğurladıktan sonraki günlerde 440 el yapımı kutu daha üretmek üzere eski çalışma düzenine döndüğünde, içinde nedeni belirsiz yoğun bir ağlama duygusu, birkaç kutu kıvırıp yapıştırır, sıkılır, buzdolabı önüne dikilip kapısını açıp içeri bakar, derken bunalır, fırlar bahçeyi sular, döner, kumandaya sarılır, ıııhhhh! seyretmeye değer bir şey yok!, bir şeyler okumaya niyetlenir, küt! uyuyakalır… Karapati’nin kısırlık ameliyatı sonrası, acısının kaynağının yattığı yer olduğunu sanıp yerini sürekli değiştirerek acıdan kurtulabileceği yanılgısıyla, odanın içinde bir o yana bir bu yana dolaşıp durduğu ilk akşamı hatırlatır biçimde davranarak içindeki sıkıntıdan kaçabileceğini sanır “abla”; kendini götürmeden gidebileceği bir yer yok, içinden kaçmayı sağlayacak hız yok bilir, bilir ama… Soğuk denize girmelerin bile yatıştıramadığı telâş, öfke soslu ağlama isteğinin köşeye kıstırdığı “abla” derde deva değilse de neden bu kadar canı sıkkın olduğunu açıklaması bakımından şu Merkür gerilemesi… fikrini pek beğenir, dört elle sarılır, "haaaa," der "demek bu yüzden! Neyse ki bu yüzden!"

Etiketler: ,

Konsomasyon Taburesi 158

51. yaşının ilk günleri “abla”ya göre, doğum tarihinde tekrarlanan 5 sayısının mistik anlamı değişim enerjisini doğrular kanıtlarla doludur: Ortanca kızkardeşine uyar, eskiden olsa Nuh deyip Peygamber demeyeceği özel doğum günü pastası tasarısına direnmez. Kendisini eskiden olsa asla sokamayacağı, beden bakım ürünleri satılan -hem de marka- dükkândan, kendisine bir sepet dolusu doğum günü hediyesi almasına ses çıkarmaz; Afrikalı kadınların ürünlerinden yapılma doğal bakım ürünlerinin satıldığı, yerel ticareti destekleyen, çocuklara yönelik şiddete karşı tavrıyla bilenin bildiği Body Shop’tan, kendi iradesiyle girip sakin sakin, uzuuun uzun tüm şişeleri koklayarak alışveriş yapacağı zamanlar çok uzakta değildir ama biraz daha değişmesi gerekmektedir.

Nüfus kâğıdını değiştirmek için fotoğraf çektirmesi gerektiğinde “abla” değişim konusunda bu kadar esnek davranmakta zorlanır: Fotoğrafçının bilgisayar başındaki çalışanının, “abla”nın yıllar boyu emek vererek alnına kazıdığı çizgileri bir hamlede yok etmesi yetmezmiş gibi, bir şakağına yakın kaşı üzerinde konuşlanmış benini de yok etmez mi!? Son zamanlarda çekilmiş olması gerekirken bir on yıl öncesinden kalma görünen fotoğrafta bu kadarı fazladır; eskiden olsa kavga edeceği fotoğrafçı ile işbirlikçisi photoshopçuya "benimi, benimle elli yıl geçirmiş benimi geri koyun bari..." diye sızlanmakla yetinir.

“Abla” ile küçük kız kardeşi, sıcaktan çok sıcaklığın kaynağının gökten yağdığı izlenimi veren havadan kaçıp, eskiden olsa ayak direyeceği yakındaki bir alışveriş ve yaşam merkezine girer girmez, alışveriş etmeyen milletin bütün gün burada serin serin dolanmasının anlamına yeniden vakıf olurlar. “Abla” değişimin engellenemez etkisi altında bu kez küçük kız kardeşinin -yine marka- bir dükkândan kendisine kısa pantolon almasına uysallıkla başeğer. Erkek standından seçtiği dört renk, değişik boyda kısa pantolondan birinde karar kılar; kabinin perdesi önünde "nasıl olduğunu?" soran oğlanın maviş gözlerinin dehşetle açılmasına yolaçan bir talepte bulunarak, şortun belindeki özenle hırpalanmış palaskayı gösterir ve şortu beğendiğini ama palaskanın yenisini getirmesini rica eder. Bir yere koyamadığı bu isteği, bir yandan anlamaya çalışırken diğer yandan da "ama bunun modeli böyle..." yollu itiraz eden oğlanın, daha fazla acı çekmesine gönlü razı olmayan “abla” "eskiden, bizim çocuklar eskitilmiş giysilere para verdiklerinde tepki gösterirdim, işte kuşak farkı, bunu beğenmeme çok şaşıracaklar!" diyerek şakasını sonlandırır.

Kanal D’de BKM Mutfak markasıyla, Çok Güzel Hareketler Bunlar isimli bir komedi dizi programı üreten, “abla”nın eskiden beri zekâsına, espri anlayışına hayranlık duyduğu Yılmaz Erdoğan da belli ki bir değişim geçirip oyunculuktan oyuncu eğitimine geçip bir grup genci eğiterek; aralarında yazamama sıkıntısı sırasında sabitlenen tekrarlanan ekran görüntüsünün oyuncular tarafından canlandırıldığı çok özgün bir kaç fikrin bulunduğu, çok da güzel bir seri skeç sergilerler: Çarşamba gecelerinin vazgeçilmezi atv’de Avrupa Yakası ardından Kanal D’yi izleme kararı alan “abla”, bu programın uykusuzluğa değeceği fikrindedir!

Sabah, evin karşısındaki inşaatın olağan takırtısıyla uyanan “abla” ev içindeki sessizliğin kaynağını araştırma niyetiyle salona girdiğinde, damadın geç saate dek, bir gün önce çektiği fotoğrafları -eskiden olsa, ölse böyle yazmayacağı- photoshoplayıp CD’ye yüklemiş ardından da koltukta uyuyakalmış olduğunu görür.
Kız bir başka çekimin makyajını kotarmaya çıkalı çok olmuş! "Eskiden..." konulu uzun sohbetler yaptıkları kahvaltıları pek seven “abla” hediye şortunu gösterdiğinde "aaa, aynısından benim de var" diyen, evlenmesinden bu yana bayağı beden değişikliği geçirip genişleyen ve kendisiyle aynı bedene gelen damadına, "bıktığın pantalonlarını bana verir misin?" önerisinde bulunur. Bu, kahvaltı sonrası, fermuar yerine düğmeli bir kot ile bol cepli olduğundan gözden düşmüş füme bir pantalonun “abla”ya derhal teslimine neden olur! "Seninle iş yapmak bir zevk..." dediği damadına, karanlık odacı arkadaşının, birlikte pek güldükleri, t-shirtlerini giyen ablasının meme yeri yaptığından yakınmasını anlatır...

...eskiden olsa: Doğallıkla bir önceki yılla, ayla, haftayla ya da günle değil, uzun ve belirsiz bir zaman öncesini anlatır, istatistik açıdan bir değer taşımaz!

Etiketler: , , , ,

+